Başlık “Kendimize Küsen Bulut” mu olsun, diye de düşünmedim değil. Bu arada, başlığı önce belirleyip sonra mı yazıyı kaleme, klavyeye aldım?… ‘Klavyeye almak’!… Bu da yeni bir ifade oldu. Önce kompozisyonu yazın, başlığı sonra koyarsınız, derdi öğretmenlerimiz. Konuyu tasavvur ettiğimi düşününce başlığı konduruvermiş oldum. Bununla birlikte niye böyle bir tarzda yazıyorum ki?!… Günlük gazetede fıkra, deneme değil ki bu! Aylık aralıkla yayınlanacak bir dergide çıkacak bu yazı. Dergi mi, elim kağıda bile değmiyor! O da karıştı.
İkilemde kaldığım tek konu önce başlık mı yazı mı, da değil sadece. ‘Kendimiz’ ile ‘biz’ arasında da aynı tereddüdü yaşadım: Kendimiz biz miyiz?!… Biz, kendimiz olabiliyor muyuz? Önce kendimiz mi oluyoruz? Biz olmak sonradan mı geliyor?!
Bize küsülmesi, de ne demekti?! Aklıma neden böyle bir ifade geldi?
Aytmatov’un Cengiz Han’a Küsen Bulut adlı eserini okudum yakın zamanda. Gün Olur Asra Bedel’in devamı sadedindeki bu eserde Cengiz Han’ın, emrini dinlemeyen iki kişi hakkındaki ölüm fermanı ekseninde talihin ona yâver gideceğinin işareti olarak daha önce başının üstünde ona gölgelik yapan bulutun Cengiz Han’a küsmesi. Bize küsecek bulut? Cengiz Han’dan öte onun uygulamasını seyredenlerin “vahşi zevk”i bize küsecek bulutların olmasına sebep.
“Kalabalık iyice kışkırtılmıştı. Öfkeliydi. Kendi suçluluk duyusunu ve bilincini yitirmiş, durmadan bağırıyor, utanç verici durumdan bir an önce kurtarılmalarını istiyordu:” Kendisi olamadan bir bütünün, doğru bir bütünün parçası olduğunu zanneden kitlelerin, belki daha da doğru bir ifadeyle yığınların, biz oldukları zannına kapılışlarıydı linç kültür(süzlüğ)üne sebep olan. Biz olmamışız, kendi donanımımıza sahip değiliz çünkü, yığınca hareket ediyoruz. Kara düzen hareketler, veryansın yönelişleri, hepsinin ilerisinde linç etme kabalıkları, kalabalıkları… Bulut nasıl küsmesin, gök rahmetini, yer bereketini nasıl kesmesin?
“Peşin hüküm verilmişti: İddianın özü, suçun tartışmasız kanıtı sayılıyordu.” Cengiz Han’ın efsanesini defterine yazan roman kahramanı Abutalip Kuttubayev bir ön yargının kurbanıydı. Biz kimleri ön yargılarımızın kurbanı ediyoruz? Hele hele kendi olamamışların oluşturduğu yığınsa, yığınlarsa bu bizler. Kendimiz, ben, siz, biz…. “Hakkında “şüpheli fikirleri var” şeklinde en küçük bir ihbar yapılan kimse, kim olursa olsun, kendisi de, yakınları da derhal baskı altına alınıyordu.” Uydum kalabalığa, diyenler, kabalığa uyanlar. Zannı hüküm kabul edenler, “arzuları vehim sûretini alanlar” mıydı yoksa? Böyle kabaca davranınca “Bükebildiğin, ezip yok edebildiğin şeyin hiçbir önemi yoktur. Baş eğip diz çökenler, galibin insafına kalmışlardır.” Ön yargılar, zanlar, peşin hükümler, güç yetirebildiklerimizi ezmeler, linçler, linçler… Bunu yapan biz olmasak da seyretmelerimiz: “… idam hükmünün yerine getirileceği sırada, yıldırımlar gibi, kulakları delerek yeniden gürleyecek, orada bulunan herkesi, kör bir öç alma duygusu ile coşturacak, sarhoş hâle getirilen vicdanlarda, bu cezanın kendilerine değil de bir başkasına verilmiş olmasının gizli ve vahşi sevinci yaşanacaktı…” Her şey ifşâatıyla, ilânatının ötesinde ifşâatıyla yapılınca çatlayan ar damarları, en hafif adlandırmasıyla kabullenişlerin gamsızlığıyla suçludan öte hâle geçiriyor muhatapları. “… uygulanan cezanın ne ilkiydi ne de sonuncusu olacaktı. İtaatsizlik edenler hep böyle cezalandırılırdı. Cezanın halkın gözü önünde verilmesi, uygulanması, herkesin Han buyruğuna kayıtsız şartsız boyun eğmesi için şarttı. Aslında o korku salan tutum ve kurbanın kendileri olmayışından ileri gelen vahşi zevk, insanlara bu cezanın haklı olduğu inancını vermekle kalmıyor, Han’ın yönetim tarzını da kabul ettirmiş oluyordu onlara.”
Bu kabullenişlerimizin gamsızlığı öyle insanları vurur ki bazen ” varoluşunun özü olan bu sevgiden başka, kimseye zararı dokunmamış, saygılı ve saygıdeğer bir insandı” denilen tanımlamaya uygun insanlar da olur o haksızlık yapılan masumlar. ” … bir sağnağın kayalara düşen ilk damlaları gibi …” gözyaşı dökenlerdir kimi zaman bu mazlumlar. Âh almışsak ne kalmıştır ki geriye elimizde?!… “Bir kez kalp kırdın ise… ” diyorsa Yûnus Emremiz…
Birilerinin acılarını hissedip merhem olmaya çalışmak gibi bir erdem, diğerinin gamıyla hemhâl olan diğergâm erdemlisi değil, acı çektirmek ne farklı uçlara savrulmuşluk! ” …başkalarının ızdıraplarıyla eğlenen tanrılar gibi olmak isteriz. Ama aynı zamanda ızdırap çeken şu diğer kişiler olmayı da arzularız, çünkü tıpkı John gibi bizler de hayatın duyu oyunlarının ötesinde bir anlamı olduğuna ve anlık memnuniyetlerin asla kâfi gelmeyeceğine inanırız.” (M.Attwood)
Oysa sonsuz arzularımız var bizim, sınırlı dünyanın sınırlarının ötesinde vicdanımızı, gönlümüzü, ruhumuzu doyuracak ebedî istekler. Cennetin kuşatabileceği istekler. Kendi isteklerimize sahip olup benliği hakiki biz’lerle büyütürsek, hesaplarımız da rahat ödenebilir olacak. Hesabın sonunun cennet olabileceği ölçüde kendimiz olabilmek. Cenneti de Yaratan’ın emirlerine uygun tavırlarla, amellerle kendiliğimiz. Kendi olabilenlerin kendi donanımlarına konulan ufukları kuşatacak amelleri ve kendilerine küsmeyecek bulutlar da var.
İBRAHİM ASLAN
Cengiz Han’a Küsen Bulut, Cengiz Aytmatov, Elips Kitap, Yayıma Hazırlayan Ahmet Ekinci, 2.Baskı Ekim 2004
Cesur Yeni Dünya, Aldous Huxley, İthaki Yayınları, Sunuş Margaret Atwood, 22.Baskı Ekim 2017, Çeviren Ümit Tosun