Ahmed Günbay Yıldız’ı rüyada görmek neye alâmetti acaba, bilemedim. Rüyayı da unuttum. Rüyanın sabahında veya sonrasında da Fethi Nâci’nin değerlendirmesi geldi aklıma. Hangi kitaptı, nereden bulabilirdim ki kitabı? Adını hatırlasam da kitaba ulaşamayacaktım; bu kaçıncı ‘terk ettiğim kütübhânem’ idi? Kitaplarımdan ayrı düşmüş idim tekrâren. Neyse ki Molla (Gıgıl) imdâdıma yetişti: “Fethi Naci, hidayet romancısı yerine “siyasal İslâm’ın romancısı”olarak nitelendirdiği Yıldız’ın iki romanı hakkında yazı kaleme almıştır. Yanık Buğdaylar’ı “kovboy filmi tekniği ile yazılmış roman” olarak nitelerken, romanda yazarın İslamcı “sosyalist gerçekçilik” yöntemini uygulama çabası içerisinde olduğundan bahsetmiştir. Naci’nin ele aldığı ikinci roman ise Sitem’dir. Bu defa yazarın hedefinin “materyalizme çatmak” ve roman yazma amacı umurunda olmadan “çocuklara din eğitimi vermek” olduğunu söylemiştir (Naci 2007’den akt. Aydemir). “Hidayet Allah’ındır. Yahudilerin, Hıristiyanların dini anlatan yazarlarına, Yahudi, Hristiyan romancı denmiyor. Nedense bizde böyle bir damga var. İslâmcı yazar deniyor.” (Saruhan 2012) diyen yazar eserleri için yapılan “İslâmî roman” ya da “Hidayet romanı” gibi nitelendirmeleri kabul etmemekte, hidayet dağıtmanın yalnızca Allah’a mahsus olduğunu ve kendisinin ise yalnızca inançlı bir yazar olduğunu vurgulamaktadır.”
Sonra bir de A.S.Akçay’ın “İslamcı Popülist Kültüre Eleştirel Yaklaşım” alt başlığıyla sunduğu kitabındaki eleştirdiği roman tarzı aklıma geldi…
Bu isimlere, değerlendirmelerine katılıp katılmadığım değildi mesele. Bir kısım çağrışımlardı bunlar.
Yazıya deneme tarzıyla başlayıp yazı türünü eleştiriye dönüştürür gibi mi oldum? Niye böyle karıştı ki?
Ben bunların aklımda, hatırımda dolaştığı atmosferde bir romandan bahsedecektim aslında: Sonbahar. Romanın yazarı da gazeteci denilebilecek bir yayın çizgisinde eser vermiş bir kalem, gazeteci gözlemciliği mi var romanda? Stendhal, “roman yol boyunca gezdirilen bir aynadır” diyordu. Ben ne yazımın türünü karıştırdım ne de bir “gazeteci”nin yazdığı romanda gözlem problemi gördüm. Yazar yol boyunca bir ayna gezdirip durmuş. Hayatımıza tutulan, hayatımızın sanki son dört beş senesine tutulan ayna kırık bir ayna sanki. Sonbahar inkırazları ile dolu.
Sıtkı Özcan’ın kaleme aldığı, Süreyya Yayınları arasından çıkan, dört yüz sayfaya yakın bir roman, Sonbahar. Adı “Sonbahar” ama haziranda yayınlanmış, Haziran 2021.
Bahar mevsimi için uğraşan çok kahramanın da olduğu bir eser Sonbahar. Bahar ideali, güzellik mücâdelesi, iyilikler, iyiler hayatımızda da çokça. Bahar hayalleriyle süslenmiş hayatları vardır pek çok insanın. Ama görmezden gelemeyeceğimiz gerçekler de vardı. Sıtkı Özcan bunu gösteriyordu bize. Umudu da çokça diri tutarak, demek istiyorum. Veya ben öyle olsun istiyorum. Çünkü ümidin işçisi çok insan tanıdım hayatımda. Gecesi gündüzü aşla, şevkle dolu nice insan. Bir öğretmenle hayatı güzelliklere kavuşan nice öğrenci tanıdım. Romanda ” …., birlikte olduğumuz süre boyunca etrafında hayatını değiştirmediği tek bir kişi bırakmadı.” denilen Yaman Hoca vardı meselâ. Bunları da zaten Umut isimli baş kahramanımız bir öğrenci olarak söylüyordu. Umut liseli bir delikanlı,on beşinde. Okuluna o sene gelen müdür yardımcısı ve matematik öğretmeni Yaman Hocayı böyle anlatıyor. Sıradışı, mı desem? Sıradanın dışında davranıyordu Yaman Hoca. Tanımlamak zordu: “Düzgün bir adama da benziyordu ama deli midir nedir anlamadım?” diye anlatıyordu Umut, ilk intibâlarını. “Bu okulda geçirdiğim üç sene boyunca öğrencilerin yüzünde bu kadar gülümsemeyi bir arada görmemiştim. Bu kadar çok gülen bir öğretmeni zaten hiç görmemiştim.” Yaman Hoca böyle yaman bir adamdır. Hoca “okul(un) bahçesi(ni) bahar yerine dön(dür)müştü”. Zaten kızı Bahar da Umut’a ayrı bir ‘bahar yaşat’ıyor.
Umut ilk aşkını anlatıyor romanda belki de tek: Yaman Hoca’nın kızı Bahar… Yaman Hoca ve Bahar’ın okula, mahalleye, Umut’a getirdiği baharın, umudun romanı Sonbahar… Sonbahar çok yaman esse de sonrasında çok güzel bir bahar dirilişi fısıldıyor. Görebilene bir bahar ışığı bu. Sayfaların, satırların ötesinde bu tema var romanda. Bu temayı okuyucu olarak aslında çoklukla ben yükledim romana. Her okuyucuya göre şiir yeniden yazılıyorsa, bu romanı da ben okurken kendime göre mi yazıyordum yeniden? Yeni baharlara her zaman hazır olunması gereken bir umutla okudum romanı. Sonbaharın acı gerçekleri satırlardan yüzümü yüzüme çarpıp dursa da.
Bahar var romanda. Evinde, annesinde, mahallesinde, arkadaşlarında, okulunda bir kasvetin gözlemcisi olan Umut bir bahar yaşıyor. Meyveleri bol bir bahar: Çokça açığa çıkarılamayan bir aşk, erdemli bir karaktere yönelen ilk gençlik, vefalı bir arkadaşlık çevresi. Liseli günlerinin kimi zaman deli dolu kimi zaman delikanlı anlarının Umut’un kalbinde Bahar’a dönüşmesi. Yaman Hoca’nın alabildiğine içten ve yoğun gayretlerinin okula, öğrencilere, evlere, mahalleye sirâyet etmesiyle bir bahar havası. Aşkın da çokça tesiri vardı bunda. Umut öyle bakıyordu artık hayata. Aşkı öğrenmişti. Melih Cevdet Anday’ın Rahatı Kaçan Ağaç şiirine bakarsak saadetin adını öğrendikten sonra rahat mı kalırdı? Umut’un rahatı mı kaçmıştı? Umut karamsar okuldan, mahalleden, dünyadan aydınlık bir bahara mı yürümüştü?Başka bir havaydı Umut’ta esen. “Sanki farklı biri gibi uyan”ır olmuştu uykudan. “Aynalara normalde pek bakmaz”ken “gülünce kendi kendine sevimli görünür olmuştu yüzü”. Dersler de bambaşka olmuştu: “Hiçbir derse bayılmıyordum ama ruhuma hafakanlar bastıran bu matematik ayrı bir işkenceydi benim için. Tahtadaki o garip şekilleri, iç
içe geçmiş rakamları görünce öylece kalıveriyordum.”, dediği dersler de ev gibi mahalle gibi değişivermişti Yaman Hoca ve kızı Bahar sayesinde.
Yaman Hoca kelimenin tam mânâsıyla öğretmendi işte: “Pırlanta gibi çocuklarsınız hepiniz, gözlerinizden belli. Sizi, anne babalarının bize emanet ettiği bu genç madenleri işleyip topluma kazandırmak da bizim görevimiz.” diyen ve dediğinden de fazlasını yapan bir öğretmen. Dersi sevimli hâle getiren, çocuklarla maç yapan, uyarıları, cezaları hep müsbete yol bulan, ailelere ziyaretlerle öğrencinin ruhunu, özünü, dersini bir bütün hâlde gören bir öğretmen.
Bahar da böyle bir öğretmenin, babanın öğrencisi, kızı.
Her ikisi de dokundukları acıları aşka, sunilikleri, sancıları içtenliğe dönüştüren roman kahramanları. Roman kahramanı oldukları kadar da, hatta o kadardan fazla gerçek kahramanlar. “Gerçek olamayacak kadar sarsıcı…Kurgu olamayacak kadar gerçek bir hikâye…” diye tanıtıyor yayınevi romanı. Böyle kahramanlarla dolu bir eser romanımız.
Umut’un, Yaman Hoca’nın, Bahar’ın dışında da elbette başka kahramanlar var. Heyecanlı, gariban, kaprisli, dertli, bıçkın, zalim, içten, üçkağıtçı…. Hayatımızdaki bir çok kişi, kahraman gibi. Kimisi kötü, kimisi iyi. Liseli gençler, anne babalar, hayattan bezmiş ev hanımları, mahalleli, kıraathaneci, berber. Milli, dini duyguları suistimal edenler. Akrabalar. Mezun olmuş, öğrenciliği bitmiş, çalışma hayatına atılmış, yuva kurmuş insanlar. Hayatımızda görebileceğimiz yakınlıkta, uzaklıkta, özellikte tasnif tasnif kategorilerde insan. Bir çok kahraman.
Bu kahramanlardan biri de Yusuf. Bilgece, hikmetli konuşmaların çokça faili Yusuf. Baharın kuzeni Yusuf’un bilgelikleri biraz fazlaca yüklenmiş bir mesûliyet gibi gelse de kimi satırlarda ama… Bir ama var o da, samimiyete, bu kahramanın, Yusuf’un samimiyetine halel getirmeyen bir bilgelik oluşu.
Sıtkı Özcan’ın kahramanlarının çokça derdi var. Kimini böyle bilge yapıyor dert Yusuf gibi; kimini de baş kahraman Umut gibi özüne dönen yapıyordu: “Tanımıyorduk biz birbirimizi. Birbirimizin yüzeyini biraz kazıyınca altından ne çıkacağını bilmiyorduk. Birlikte gülüyor, birlikte eğleniyor, birlikte top oynuyorduk ama birbirimizin derdini, tasasını, aşkını, sevdasını, ağrısını sızısını bilmiyorduk. …. Kendimi düşündüm sonra. Ben kendim neye güler, neye ağlar, neye hüzünlenirdim? Rüyalarım neydi? Hayallerim neydi? Ben aslında kimdim? Onu da bilmiyordum. Arkadaşlarımı geçtim, ben daha kendimi tanımıyordum.”
Bu sancılar, dertler bir bahar havası tüttürüyor romanda. Gelmiş, yaşanmış bir bahar değil bu; yolunda, mücadelesinde olunan bir bahar. Çalışılınca yaşanan bir bahar; erdik, oldu dedirtmeyen bir bahar. Üzerine kıyametler yağdırılan bir bahar. Kıyameti sonbaharla geliyor baharın.Sonbahar geliyor hiç mevsimi değilmiş gibi hissedildiğinde. Mahalleye yazık oluyor, evlere bir virâne havası çöküyor, kara bir alınyazısı çalıyor çoğu kimse kendine.
Roman boyunca mevsim bahar ile kahraman Bahar içiçe Umut’u ve umudu büyütüyor. Bahar ile alakalı olarak Umut şöyle söylüyor: “O, benim kendi yazdığım alın yazımdı.”
Evet bahar parlaklığında yazılar da var alınlarda kara çalınmış yazılar da… Sonbahar ve bahar yazan alfabeler arasında gidip geldim roman boyunca. Gurbetlerime gurbetler eklenmişken okuduğum için miydi? Hazan mevsimine de denk gelen bir okuyuş olduğu için miydi benim adıma? Yeni bir bahar heyecanında da olmam gereken bir zamandı yaşadığım bu güz mevsimi oysa ki. Hazan bahar ile içiçe hüzün ümit sarmaş dolaş bir yazıydı romanı okuduğum günlerde alınyazımda yazılı olanlar. Elimizle yazdığımız yazılar bunlar, elimizle boyadığımız mevsimler gibi, baharlar, sonbaharlar… “Yol yiter, en umulmadık yerde yeniden bir ışık çizgisi görülür, tekrar karanlık gulyabanilerine tutsak kalır onu arzular, hazlar, hevesler. Güneşin hatırası kalır sadece. Her şey bitecek gibi olur. Fakat, son sözü hep alınyazısı söyler.” diyor Sezai Karakoç Makamda adlı eserinde.
Hep bir alınyazısı bu. Romanda, gerçekte. Delikanlının gönlünde, yaşadığın mahallede, vatanın olan bir ülkede… Hep bir yazı var. Yazgı, ne kadar da güzel bir kelime olarak çınladı dimağımda şimdi? Kulağımda, mı demeliydim. Kader, yazgı, alınyazısı. Nasıl bir yazı? Hangisi? Sonbahardan yana, bahardan yana bir alınyazısı…
Bu roman da dediğim gibi, adının sonbahar oluşuna bakmayalım, baharın alınyazısı olan insanlardan bahsediyor. Temaya yüklediğim mânâyla ben mi zorluyorum ‘bu bahsi’?
Çokça deşeleyip durmak da istemiyorum romanın satırlarını, iyice bir didaktizme girmiş olmayayım, diye. Sıtkı Özcan da öyle yapmış. Üstten hiç bakmamış veya üstten bakmış denilemeyecek dereceden içtenlikle yazmış. Kurguyu, kurgunun sonunu ‘kalıp’lardan uzak tutmuş.
İçtenlik! ‘Kalıp’lardan uzaklık! Şimdi anladım yazının başındaki çağrışımları. “Eleştiri”len tarz romanlarla alakalı tedâiler bundan dolayı üşüştü sanırım Sonbahar romanıyla alakalı düşünceler içindeyken zihnime… Zihnim beni farklılıktan dolayı çağrışımlara, tedâîlere o yüzden çağırmış. Yazar farklı bir şey yapmış.Sade bir tarzı var. O kadar içten ve lirik bir tarzı var ki?!…
Molla (Gıgıl)’ın imdâdıma yetiştiği yer:http://teis.yesevi.edu.tr › madde-detayAhmet Günbay Yıldız – Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü
İBRAHİM ASLAN