ZEYNEP GÜLŞEN
Sessiz duvarlarla konuştum yine. Dertleştim, içimi döktüm kendi dilimce. Yalnızlık belki de yârsızlıktı seni bana dost eyleyen. Sessiz de olsan ıssız da olsan seninle konuşmak iyi geliyor. Anladığını düşünüyorum, derdimle dertlendiğini hissediyorum. O sert görüntün, taştan siluetin senin ruhsuz olduğunu göstermez ki! Sana anlatmış mıydım merdiven altındaki Zehra’nın süt yaşlarını? O benim can yoldaşımdı. Ben de onun dert yoldaşıydım. Sessiz dostum! Şimdi iyi dinle beni. Biz insanların çok kutsal değerleri vardır. Anne de bunlardan biridir hatta en ileride olanlardandır.
Zehra’nın bir bebeği vardı. Bebek işte minicik. Ağlıyor. Kendine bakamıyor. Annesine muhtaç. Hani sen bazen boya istersin ya. Ondan çok daha ileri bir durum. Neyse lafı çok uzatmayayım. Anne bebeğinden ayrı kalmıştı. Bebeğin sütü de annedeydi. Kestirmeden söyleyivereyim de sen anla. İş başa düştü dostum. Yoksa nasıl dayanırdı ki genç anne o acılara? Zehra’nın rızkına ağlıyordu küflü, yosunlu duvarlar, onu her sağdığımda. O vakit anladım sizin de ruhunuz var. Siz de anlarsınız en az insanlar kadar. Hatta itiraf edeyim, sizden çok geridedir bu konuda bazı insanlar. Loş merdiven altında süt yaşlarına arkadaş olmuştu da sicim gibi süzülmüştü umut yosunu yaşlar.
Her zaman olmuştur ayrılıklar, özlemler, hicranlar. Tarih doludur böyle hatıralarla. Tarih işte canım. Geçmiş yani. Dün gibi. Hani şu küçük pencere simsiyah olur, bir zaman sonra aydınlanır ya cılız da olsa. İşte karanlık geçmiş demektir. Geçmiş deyince aklıma ne geldi biliyor musun? Hani hurma kütüğü de inlemişti ya içten içe o en sevgiliden ayrılınca. Ağlayışlarına dayanamamıştı da teselli etmişti sevdiceği. O kütüğün ağlamasında olduğu gibi döküldü duvardan müstesna nimet soğuk beton zemine. Ve onun acısına yoldaş olup duvardan damla damla süzüldü yaşlar. İnanamazsın dostum, dalga geçti bu insanların yaşadıklarıyla koca koca başlar.
“Eşyanın da ruhu var.” diyorlar. Sen de inanıyor musun buna? Ben inandım bak. Seninle konuşuyorum dakikalardır. Ama merak ediyorum senin de acır mı yüreğin, taş kalplilere inat. Buralara yolu düşen kader mahkûmu masumlara dert yoldaşlığı yaparken burkuluyor mu senin de için?
Hiç aklıma gelmezdi bir duvarı dost edineceğim ve onunla dertleşip konuşacağım. Ona içimi açıp rahatlayacağım. Ama oldu işte. Duydun sen de. Bak nasıl da dile geldi kalbim tüm samimiyetiyle. Bir de ellerim dokundu gün aşırı sitemlere kalbin bereketiyle.
Katı yalnızlığımın katığı olmuştu sisli duvarlar. Kim bilir belki onlar da benim gibilerle konuşup bir teselli arıyordu. Ben bir sıcaklık bulmuştum onun bakımsız çizgilerinde. Bir kırgınlık sezmiştim geceye düşen gözlerinde. O da konuşuyordu ben konuştuğumda. Kırk yamalı halim ona da dokunmuştu demek ki. Göz göze gelemedik hiç o sessiz duvarla. Ne zaman varsam yanına kaçırırdı bakışlarını benden.
Sessizliğin ışığında parlıyordu soluk benzi. Açıyordu topraktan, kumdan yüreğini bana. Birçok insandan daha müşfikti teni. İşi zordu. Kaçması imkansızdı. Her şeyi görüyordu. Kaçamıyor, “İşim var.” deyip gidemiyordu. O hep bekliyordu. Her geleni dimdik ayakta karşılıyordu. Saygıda kusur ettiğini görmedim hiç. Vara-yoka da laf yetiştirmez, sabırla dinlerdi. Dedim ya vakur bir duruşu vardı.
Psikolojiden de anlıyordu hani. Bir düşünsene, bizim duvar empati yapıyor. Bazen koca çatlaklar oluşuveriyordu yüzünde. Sanki içi parçalanıyordu sessizce dinlerken. “Taş olsa çatlardı.” dedikleri buydu belki. Sus sus, nereye kadardı.
İnsan ve duvar birbirine yâr oldu. Yalnızlık insanı eş de edermiş dertdeş de. Kime mi? Elbette duvara. Ya bir de o duvar olmasaydı? Yapayalnız ne yapardı insanlar? Kime iç dökerlerdi? Aman Allah’ım! Duyarsızlık kocaman bir boşluk.
Sana dün anlattım ya onu. Sensizlikte sana harfler yakıştırmak! Kaderde bu da varmış. Yola çıkarsın da yol nereye çıkar bilemezsin bazen. Ve o eğri büğrü çizgilerle seni anlatmak. Olacak iş değildi bu, vesselam.