NİYAZİ SANLI
Her gün işe giderken fotoğrafta gördüğünüz Mercedes’i görüyorum. Bizim sokağımızda park edilmiş duruyor. Ön ızgarasında Osmanlı arması var. Koltukları ise Galatasaray forması renklerinde, üstelik Galatasaray’ın arması da işlenmiş. Anlaşılan, sahibi kendini Osmanlıcı ve Galatasaraylı olarak tanımlıyor ve bunu görünür kılmak istiyor.
Bu durum beni rahatsız etmez; özel yaşam alanı olarak değerlendiririm. Ancak burada dikkat çekmek istediğim bir paradoks ve kişinin içinde bulunduğu anakronizm vakası var.
Paradoks şu: Aracın sahibi Viyana’da yaşıyor. Osmanlı, 1683’te Viyana’da büyük bir bozguna uğradı, geri çekildi ve çöküş sürecine girdi. Şimdi ise bu kişi Viyana’da bir gurbetçi (Gastarbeiter). Atalarının fethetmeye geldiği topraklarda, yalnızca para kazanmak için bulunuyor ve aslında bir tür ekonomik bağımlılık içinde yaşıyor. Ancak buna rağmen, hâlâ Viyana’yı fethedebileceğini ya da en azından o ruhu taşıdığını göstermek istiyor. Ne var ki içine düştüğü bu ironik durumun farkında bile değil.
Yıllardır Avrupa’da yaşamasına rağmen Avrupa’nın evrensel hukuk değerleri, sanatı ve bilimiyle hiçbir bağı olmamış. Dünyadan bihaber, kendi fanusunun içinde bir hayat sürüyor. Üstelik yaşadığı toplumu anlamaktan ve anlamaya çalışmaktan çok uzak. O toplumun insanlarını “kâfir”, “sünnetsiz” ya da “ahlaksız” olarak yaftalıyor. Böyle bir bakış açısıyla vergi kaçırmayı meşru görüyor, hatta o toplumun kadınlarını “helal” sayıyor.
Ancak asıl büyük problem, onun anakronizm bataklığında çırpınıyor olması.
Anakronizm, en basit tanımıyla, yaşadığı dönemle düşünce dünyası arasında derin bir uçurum olmasıdır. Bedenen 2023’te yaşayıp, ruhen 1683’te kalmak ve hâlâ o zamanda yaşıyor gibi hissetmek… Oysa geçmiş, her zaman geçmişte kalmıştır ve birebir yeniden yaşanması imkânsızdır. Her çağın kendine özgü şartları, parametreleri ve anlayışları vardır. Bunları kavramadan, çağımızı doğru okumak ve yakalamak mümkün değildir. Ne gariptir ki, bu insanların büyük bir çoğunluğu hâlâ Viyana’nın fethedilebileceğini düşünüyor ve kendilerini “Osmanlı torunu” olarak tanımlıyor.
Avrupa toplumunun tüm nimetlerinden faydalanıp, Ortadoğu mantığıyla Viyana’nın göbeğinde yaşıyorlar.
Bu insanların duygu ve düşünce dünyalarının nasıl değişebileceği konusunda hiçbir fikrim yok. Tek yapabildiğim, onlardan uzak durmayı tercih etmek. Dahası, daha kötü bir durum var: Viyana’da doğup büyüyen üçüncü ve dördüncü nesil gurbetçi gençlerin büyük bir kısmı da aynı düşüncede. Mercedes’e biniyorlar, ama hâlâ bedevi gibi düşünüyorlar.



















