ERTUĞRUL İNCEKUL
Bizim hikayemizde İsmet ve Hâluk da vardır…
İsmet, Osmanlı son döneminin ilk kadın yazarı Fatma Âliye’nin kızı.
Hâluk, Tevfik Fikret’in oğlu. İkisinin de ortak özelliği kayıp nesillerden olması. İsmet Fransa’ya kaçar ve rahibe olur, Hâluk ise mühendislik tahsili yapmak üzere 1909 yılında İskoçya’ya gider ve sonrası Amerika’da rahip olur. İkisi de yüreklerini dağlar ebeveynlerinin. Fatma Âliye ve Tevfik Fikret son dönemlerini onların kahırları ile tamamlarlar, âdeta dünyaya küserler. Tevfik Fikret pişmanlıklarını şöyle satırlara döker:
“İnan, Halûk, ezelî bir şifadır aldanmak!…”
Zübeyde İsmet, Fatma Âliye’nin en küçük kızıdır. Annesinin çocuklarına gösterdiği özen ile yetişir. Notre Dame de Sion’u (Fransız okulu) bitirince çalışmak ve yaşamını kazanmak ister. 1924’te geçirdiği hastalık nedeniyle doktor uzun süre çalışmasını yasaklar. Fakat gizli gizli Fransızca dersi verir. 1927’de Marsilya’ya kaçar. Annesi İsmet’i Avrupa’da aratmak için seferber olur. Babasından kalan mal varlığının önemli kısmını satarak dedektiflerden yardım almak için harcar. Fatma Aliye uzun süre kızından haber alamaz. Bazı konularda kendisini suçlayan İsmet’e yazdığı mektuplarda sorunlara çözümleyici yaklaşmıştır. “Karyolan kurulu, odanı süpürtüp temizlettim. Her şeyin nazır! Gelecek olduğunda hüsn-i kabul göreceğine ve bir sitem işitmeyeceğine emin ol! Her ne olsa insanın cesaret edip geleceği yer kendi evidir.” diyerek kızına yalvarıp yakarmıştır ama nafile…
Tevfik Fikret oğlu Hâluk’un doğumundan itibaren onun ileride milleti bilgisiyle aydınlatacak bir kahraman gibi yetişmesini arzuladı. 1909 yılında on dört yaşındaki Halûk’u elektrik mühendisliği eğitimi alması için İskoçya’nın Glasgow kentine gönderdi. Oğlunun vatan ve millet için faydalı bir birey olması arzusunu “Halûk’un Vedâı” ve “Promete” adlı şiirlerinde dile getirdi. Ne var ki Haluk yanına yerleştirildiği Hristiyan ailenin etkisi ile din değiştirip Hristiyanlığı seçti ve babasının düşlediğinden çok farklı bir yaşam sürdü. 1913 yılında Amerika’ya gidip ailesine izini kaybettirdi, 1916’da Michigan Üniversitesi’nde makine mühendisliğinden mezun oldu. Bir daha ülkesine dönmeyen Halûk Fikret 1943 yılından sonra kendisini kiliseye kapatıp pastör oldu ve 1965 yılında Orlando’da Park Lake Presbiteryen Kilisesi pastörü iken hayatını kaybetti.
Tarihin sayfalarında sahne, figüranların isimleri değişse de aslında benzeri olayları yaşamaya devam ediyoruz. Yine evlatlarımızın geleceğine ait endişelerimiz ortak. Onların ahlâklı bireyler olmasını istemiyor muyuz? İnançsız olup hüsrana uğramalarından korkmuyor muyuz? Çocuklarımızın bir meçhule yelken açıp onlardan haber alamamak dünyada azap değil midir? Öyleyse ne yapmalıyız?
Her anne baba evlatlarının iyi olmasını, ahlâklı ve sağlıklı olmasını, kimseye muhtaç olmamasını, iyi bir eğitim almasını, mutlu olmasını ister. İstemeyenler ya evladına merhamet duymuyordur ya da kendileri de çoktan iyi olmayı, vicdanlı olmayı terk etmişlerdir. Günümüz dünyasında artık mekanlar tekleşti, benzeşti. Dijital dünya zaten sınırları kaldırdı. Fakir ve güvensiz ülkelerin yanında zengin ve güvenli ülkeler var ama yaşadığımız ülkelerin güvenli ve müreffeh olması çocuklarımızın da güvende olduğu anlamına gelmiyor. Refah ve gelir seviyesi yüksek ülkelerde gençler her tür kötülüğe çok daha hızlı ulaşıyorlar. Kanunlar ahlâklı bireyi koruduğu gibi ahlaksızlığa giden yolları da liberal, özgürlükçü bir bakışla sonuna kadar açıyorlar. Yani güvenli limanlar artık vicdanlarımız, aile ortamlarımız, güvendiğimiz dostlarımız. Yani vatan; huzur bulduğumuz ortamlar, kalplerimiz.
Aile ortamlarımız, çevredeki dostlarımız, çocuklarımızın arkadaşları onların geleceğe güvenle yürümesinde çok önemli etkenler. Tabii ki onlara verdiğimiz irfan, terbiye, engin bakış açısı çocuklarımızı geleceğe güvenle taşıyacak sağlam araçlardır. İyi ve kötüyü ayırt eden bir vicdan, aydın bir zihin ve inançla donanmış bir kalp çocuklarımıza vereceğimiz en değerli armağandır. Onları koruyup kollamak istiyorsak hayatı düşe kalka kendisinin öğrenmesi ile işe başlayabiliriz. Kendisini nasıl muhafaza edeceğini, kendi kimliğiyle barışık olmasını, zihnini, kalbini nasıl doyuracağını gösterebilirsek, hayatı nasıl sorgulayacağına, hakikatin yılmaz bir öğrencisi olmaya bir kapı açabilirsek dünyanın en bahtiyar anne babaları olacağımızı düşünüyorum. Ve şuna inancım tamdır; bizim çocuklarımız bizlerden çok daha iyi değerlerimize sahip çıkacaklardır, bizlerden çok daha iyi dünyayı yaşanır kılacaklardır, bizlerden çok daha barışçıl bir dünyanın kapılarını aralayacaklardır.
Bizler de yaş olarak gençtik bir zamanlar. İdeallerimiz, hayallerimiz vardı. Bazıları gerçekleşti, bazıları ise hiç varolmadı. Ümidi tanıdık, ümitsizlik içinde bocaladık. Hakikatin peşinde olduk, zaman zaman yolumuzu kaybettik. Ama tüm bunları ruh ve mânâ köklerimizden, yetiştiğimiz ortamlardan, çevremizden ve ebeveynlerimizden miras aldık. Kendimiz zamanla üstüne yeni şeyler kattık. Ve bizi var eden benliğe, zihni ve ruhi seviyeye ulaştık. Biz dünün ve yaşadıklarımızın birikimi olarak, çağımızın çocuklarıyız. Yarını kuracak olan gençler de bugün bizden gördükleri ve kendi ekledikleri ile varolacak ve yarınları kuracaklardır. Yarın aslında bugün biz ne isek ondan başkası olmayacak.
İsmet ve Hâluk’un hikayeleri bu sefer yüzümüzü güldürsün…