ZEYNEP GÜLŞEN
Büyük yeşil kapı kaç kez kutlu misafire açtı kanatlarını. Cuma günleri o gelirken nasıl bir heyecan içindeydi kim bilir? Alaaddin Bey kapıya yaklaşınca hemen iki adım öne geçer, kapının kolundan tutar ve hafifçe açıverirdi. Sonra da misafirlerin geçmesi için iki adım geri çekilirdi. Kapı kapandığında içerde derin bir huzur hissedilirdi.
Kutlu misafir çok konuşmazdı. Yüzünde dalga dalga hüzün okunurdu. Susması da konuşması gibi hikmet yüklüydü. Evdekilerin hâl hatırlarını sorar, kısa da olsa onlarla hasbihal etmeyi severdi.
O evde onu bekleyen babaannem beyaz örtüsünü özenle örter, elinde tesbihi cam kenarında beklerdi Hocaoğlunu. Hacca aynı kafilede gitmişler, hac vazifelerini birlikte yapmışlardı. O kutsal mekanlarda Hocaoğlunu kendine rehber edinmiş, okuyacağı duaları hep ondan istemişti. Orada ondan öğrendiği duaları da ömrü boyunca kendisine vird edinmişti.
Annem her zaman özenle yapardı yemeklerini. Mercimek çorbasına koymak için ekmekleri küçük küçük küpler halinde keser tereyağında kızartırdı. Kızarmış ekmeleri çorbanın içine, servis yaparken ilave ederdi. Porselen büyük kayık tabaklarda et servisi yapar, tek lokmalık biber dolmalarını sanatçı edasıyla sıralardı. Üzerini halka halka kesilmiş limonla süslemeyi de ihmal etmezdi. Evde bayram havası eserdi Ramazan ayında. Hele hele kalabalık iftarlar…
O gün yetmiş kişi gelecekti iftara. İki ev ötede yeni yapılan üç katlı bir evin çatı katına komşulardan toplanan kilimler serilmiş, mekân mescit haline getirilmişti. Komşuları alışkın idiler bu ailenin bereketine.
“Alaaddin Bey bu evin bereketi var.” derdi o kutlu insan. Alaaddin Bey de imkânı olmasına rağmen uzun zaman değiştirmedi o eski evi. Bereket gitsin istemiyordu demek ki. O mübarek zatın ayakları basmıştı zeminine, gözleri dokunmuştu duvarlarına, onun kalbinden ne güzellikler akmıştı evin ruhuna. Yağmur yağdığında evin tavanın birçok yerinden sular damlardı içeriye. O bunu dert etmez ve “Evimizin bereketi Suna’m!” derdi refikasına…
İki kişinin zor sığdığı küçücük mutfakta hazırlanırdı onlarca misafire yemekler. Akılla izah edilecek şeyler değildi. O kutlu misafirin özel su bardağı vardı. Büyük bir bardak. Kıtlama şekeri porselen kapaklı kâsede her daim hazır bulunurdu. Tekli koltukta oturur, beli ağrıdığı için postaki ile kaplanmış bir tahta konurdu arkasına. Hayal meyal hatırlıyorum bunları ve anlatılanlardan biliyorum.
İftar zamanı geldiğinde hurma ve zemzemle oruçlarını açan misafirler akşam namazını kılmak için iki ev ötedeki mescid haline getirilmiş terasa geçerlerdi. Mahalle buut mu boyut mu değiştiriyordu, bilinmezdi. Anlam verilemeyen güzel bir atmosfer oluşuyordu ve ılık bir meltem gibi sarıyordu ortalığı. Huzur ve sükûn, mahalle sakinlerini tesiri altına alıyordu. Bu eski evde yine bir kutlu zaman dilimi yaşanıyordu.
Namazdan sonra evin her odasına ve bahçeye boydan boya kurulmuş sofralarda birbirinden lezzetli yemekler muhabbet eşliğinde afiyetle yeniyordu. Annemin yemekleri yıllar sonra bile hatırlanacak bir iz bıracaktı misafirlerin gönlünde. Annem de “Ahh! İyi ki Rabbim o kutlu günleri yaşamayı nasip etti. Keşke vakit bereketlenseydi de daha çok yapsaydım.” diyecekti kirpiklerinin ucuna düşen yaşlarla.
Bir destan yazılmaya başlanmıştı ülkemin bir ucunda ve dalga dalga yayılmıştı dünyanın dört bir yanına. O gün insanlığın ruhuna serpilen tohumlar bugün sınırları aşmış, her yerde Muhammedî soluklar hissediliyordu. Bazen bir an-ı seyyale götürüveriyor yıllar öncesine taptaze duygularla…
Dünyada bir evi bile olmadan yaşayacak olan bu yüce ruh bizim küçük evimizi şeferlendirdiği gibi zamanla nice evlerin, gönüllerin imanla şereflenmesine vesile olacaktı. Yaktığı barış ve sevgi meşalesi dünyanın dört bir yanına ışıklar saçacak, nice talihliler o ışıkla yolunu bulacaktı. Sonradan anladım ki onun attığı her bir adım devrin sinesinde açılmış bir boşluğu doldurmaya, dumura uğramış akılları harekete geçirmeye matuf projelerle doluydu.
O buluşmalar, namazlar, yemekler hep bir gönül olmanın, tevhit ruhu içinde Muhammedî havayı teneffüs etmenin temrinleriymiş. Belki de geleceğin dünyası adına barış ve huzur dolu günlerin çimlendiği zamanlarmış. O günler çok kıymetli günlerdi. Belki Kur’an’a hizmet etme anlamında Eyyub El Ensari’nin (r.a.) yaptığı işin bir gölgesi de bizim evdeydi. Belki de Hz. Hatice annemizin elinde avucunda ne varsa Allah için sarfettiği günlerin bereketi bizim mutfakta yanan ocağa fer veriyordu.