Recep ATICI
“İnsanlığa sunacak bir mesajı olduğunu düşünen
fikir işçileri, sözleriyle muhataplarına bir şey
anlatmadan ziyade tavır ve davranışlarıyla
mükemmel bir temsil ortaya koymaya
bakmalıdırlar. Zira temsil güven verir, sözle
kıyaslandığında inandırıcılığı çok daha yüksektir.
Eğer bizler, Allah’ın insanlığın hayrı için
gönderdiği ilahî sistemi arızasız ve kusursuz temsil
edebilirsek, insanların etkilenmemesi,
büyülenmemesi mümkün değildir. “Gelin şöyle
olun, böyle yapın” demek yerine, başkalarını
çağırdığımız değerleri cezbedici ve imrendirici bir
güzellikte temsil edelim.. bunu, başkası görsün
diye de değil, kendimiz için, Allah’la olan
münasebetimiz adına, kulluğumuzun gereği olarak
yapalım.. yapalım ve başkalarının ne
yapacaklarının kararını onlara bırakalım.”1
Temsilin gücü veya keyfiyeti ile ilgili girişte
vermeye çalıştığımız bu paragraf Muhterem
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir sohbetinden
alınmış olup meselemizi yeterince özetlemektedir.
Ancak burada antrparantez, temsille ilgili bir
hususu da iki cümleyle ifade ettikten sonra sözünü
ettiğim üç misale geçeceğim. Şöyle ki: Tarih
felsefecilerinin de üzerinde durduğu şekliyle
Müslümanlar bir zamanlar temsil keyfiyetiyle
girdikleri yerlerde -ki Endonezya buna en iyi
örnektir- hep kalıcı olmuşlardır. Ancak temsil
keyfiyetini hakkıyla ortaya koyamadıkları Endülüs
gibi yerlerde ila ise nihaye kalamamışlardır. Bu
konu bence bugün itibariyle dünyanın farklı
coğrafyalarına bir tohum gibi saçılan bizlerin
aklının bir köşesinde her daim hatırda tutulması
gereken bir meseledir.
Evet bu giriş faslından sonra temsilin gücünü
gösteren ilk örneği beyaz gömleği, siyah takım
elbisesi ve özenle taktığı kravatıyla hatıralarda hala
bir siluet gibi duran beyaz saçlı Georges
Marovitch’ten vermek istiyorum. Onu
hatırlayanlar bilecektir. Bilmeyenler için söylemek
gerekirse o, Vatikan’ın Eski Türkiye temsilcisi idi.
Hal ve tavırlarında derin bir nezaket, duyarlılık,
vazife şuuru ve tevazu sezilen Marovitch,
Fethullah Gülen Hocaefendi için, “Asrımızın
çağdaş Mevlana’sı” derdi. Vatikan yolculuğunda
Hocaefendi’ye eşlik etmiş olmasından dolayı
maalesef, 28 Şubat sürecinde tanık olarak
mahkemeye çağrıldı. Hayatında ilk defa hâkim
karşısına bu şekilde çıkan bu masum insan,
mahkemenin ön akşamında gece boyunca loş
ışıkların aydınlattığı ibadet odasında Kur’an’da
Havarilerin, “Ey Rabbimiz! İndirdiğin kitaba
iman ettik, Resûle itaat ettik. Sen de bizi (dini
yaşama ve zulme karşı çıkma noktasında) örnek
olan kullarınla beraber yaz” (Âl-i İmrân, 3/53)
şeklinde dua ettiği gibi o da, “Allah’ım!
Heyecanımı gider, dilimin bağını çöz, şahitliğimi
kabul eyle ki sevgi çarmıha gerilmesin…”2
şeklinde dua eder. Ertesi gün hâkim karşısına çıktığında Hâkim
kendisine; “Fethullah Gülen’i nereden
tanıyorsunuz” diye sorar. O da; “Ben onu önce
basından tanıdım. Sevgiden, inanç ve kültürler
arası diyalogdan bahsediyordu. Bir gün kendisini
ziyaret ettiğimde daha yakından tanıma fırsatı
buldum. Bundan sonra onu daha çok sevmeye
başladım. Hâkim Bey, sevgi ve hoşgörü esasına
dayalı gerçek İslamiyet’i, biz ondan öğrendik. O
Hıristiyan cemaatimizi çok etkiledi. Hâkim Bey,
o bize İslam’ı sevdirdi. O bize Hazreti
Muhammed’i sevdirdi.”3 şeklinde cevap verir.
Evet, Üstadımız Bediüzzaman’ın; “Eğer biz İslam
ahlâkının ve îman hakikâtlerinin
mükemmelliğini kendi fiillerimizle ortaya
koyabilirsek diğer dinlerin tâbileri, elbette
cemaatlerle İslamiyet’e dâhil olacaklardır.”4
dediği gibi Marovitch de hakkıyla temsil edilen
İslâm’ın tesirinde kalmış ve o günlerde kimsenin
cesaret edip de yapamayacağı hakkın şahitliğini
yapmıştı.
Temsilin gücüyle ilgili ikinci örneği ise spor
dünyasından vermek istiyorum. Bu örneği
yaşları müsait olanlar belki hatırlayacaktır.
Hadise, 1984 ABD Los Angeles Yaz
Olimpiyatları’nda yaşanır. Olayın kahramanları
1956 Kahire doğumlu judocu Muhammed Ali
Raşvan ile rakibi Japon Yaşuhiro Yamashita’dır.
Raşvan, uzun bir karşılaşma silsilesini aşarak
finale kadar gelmiştir. Final karşılaşmasını
Japon asıllı Yamashita ile yapacaktır. Ancak bu
son final maçına gelinceye kadar Yamashita’nın
sağ bacağının kasları yırtılmış ve final
karşılaşmasına sakat olarak çıkmak zorunda
kalmıştır. Kaslardaki yırtığın verdiği acıyla
Yamashita, sağ ayağını resmen
sürüklemektedir. Raşvan’ın antrenörü bu
durumu fark etmiş olmalı ki kenardan sürekli
Raşvan’a Yamashita’nın ‘sağ bacağına
çalışmasını ve sağ bacağına oynamasını’ telkin
eder.
Olayı hatırlamayanlar, bu karşılaşmanın
internet ortamındaki videosunu izlerse
Yamashita’nın o durumunu net
görebileceklerdir ki, Raşvan’ın rakibinin sağ
ayağına Judo’nun kuralları çerçevesinde bile bir
defa çalışması veya oynaması yetecektir. Fakat
kendisine antrenörü tarafından yapılan bu
ısrarlı telkinlere rağmen rakibinin sağ ayağına
hiçbir şekilde dokunmaz. Dolayısıyla
karşılaşmanın sonucunda maçı kaybeder ve
gümüş madalya ile yetinmek zorunda kalır.
Maçtan sonra etrafını saran gazeteciler,
“Antrenörünüzün ısrarlı telkinlerini niçin
duymazdan geldiniz?” şeklinde soru yağmuruna
tutarlar. Ayrıca bu uluslararası bir maç olduğu
için hem televizyonları başında maçı izleyen
dünyadaki tüm Müslümanlar, hem de Mısır
halkı Raşvan’ın rakibini mağlup etme adına
niçin sağ ayağına vurmadığını merak
etmektedirler. Raşvan’ın bütün bu meraklı
sorulara cevabı ise gayet sade ve çok basit olur:
“Benim dinim insana, yaralıya, hele de yaralı
yerinden vurmayı asla izin vermez. Eğer o
durumdayken bir de ben oradan yüklenip
vursaydım, sakat da kalabilirdi. Bir altın
madalya için bunu ona yapamazdım.”
Raşvan’ın yaptığı bu açıklama sonucunda nerdeyse
tüm dünya onu, ayakta alkışlar. Ayrıca daha sonra
özel davetli olarak gittiği Japonya’da da ülkenin onur
konuğu olarak, bir kral gibi karşılanır. Ardından
Uluslararası Fairplay Komitesi kendisini 1984 Fairplay
Ödülü’ne layık görür.
Evet, Hocaefendi’nin; “Hâl ile halledilmeyecek
problem yoktur. Rasûl-ü Ekrem ve Sahâbe-i Kirâm
efendilerimizin belki en müessir yanları, onların hâl
ve temsilleriydi. Onları derinden derine tetkik eden
insanlar, “Vallahi bunların çehresinde, tavır ve
davranışlarında yalan yok!” diyorlardı.”6 dediği gibi
Raşvan’ın ortaya koyduğu bu hâl ve temsille o gün
itibariyle ciddi sayıda insan, İslâm’ı araştırma ihtiyacı
duyar. Bir final müsabakasını kaybetmeyi göze
aldıran bu hâlin ne olduğu meselesi bir çok insanın
ilgisini çeker ve tam sayı bilinmemekle beraber o sene
binlerce kişinin İslâm’ı inceleyip Müslüman olduğu
değişik basın kuruluşlarında haber olur.
Temsilin gücüyle ilgili üçüncü örneği de Orta Asya
bozkırlarına ilk hicreti gerçekleştiren ve oralarda
yoklukta varlık cilvesi gösteren fedakâr öğretmen
arkadaşlarımızdan vermek istiyorum. Benim
yaşımda olanlar, Aydın Bolak Beyefendi’nin 5
Aralık 1997 yılında İstanbul Sultan Ahmet
Meydanı’na yakın bir otelde Hizmet Hareketi adına
yaptığı bir sohbeti hatırlayacaktır. O sohbette
Aydın Bey, hitap ettiği güzide topluluğa temsilin
gücünü gösteren şu örneği anlatır:
“Ulanbatur’a büyükelçi olarak tayin edilen genç bir
hariciyeci, tecrübeli üstadına gider ve ‘Hiçbir bilgi
yok, gideyim mi?’ diye sorar. Üstadı, ‘Git biraz
incele, şartlar müsait değilse döner gelirsin.’
cevabını verir. İşte bu Büyükelçi, uçaktan indiği
zaman lacivert elbiseli bir gençle karşılaşır. O genç
kendisini, ‘Hoş geldiniz beyefendi.’ diyerek
karşılar. Elçi, şaşırmış bir şekilde, ‘Siz kimsiniz?’
diye sorar. O genç, ‘Ben buradaki iki okulun
koordinatörüyüm. Teşrifinizi duyduk, hoş geldiniz
demek için geldim. Hem ikametiniz hem de sefaret
için bina hazırladık. Buyurunuz hizmetlerinizi biz
de bekliyoruz, Moğollar da bekliyor.’ der.
Arkasından 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı gelince
sefir yine düşünmektedir. Zira, tahsisatı yok,
imkânı yok ve yabancı bir yer, kimseyi bilmiyor.
Yine yardımına lâcivert elbiseli o genç adam yetişir.
Mekteplerden birinin salonunu açar ve 29 Ekim
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını Moğollarla
birlikte yaparlar. Genç sefir hayretler içinde
Türkiye’ye döner ve üstadım dediği o eski
büyükelçiye ağlayarak yaşadığı bu hadiseyi anlatır
ve şu soruyu sorar: ‘Kim bunlar? Bu ne ruh halidir,
bunları yetiştiren kimdir?’ Evet, kimdir bu gençlere
bu mefkureyi veren? Kimdir bu gençlere bir Türk
büyükelçisini uçağın merdiveninde karşılama
nezaketini verip, onun kalacak yerini hazırlatan?
Kimdir bir Cumhuriyet Bayramı’nı onunla beraber
kutlamak için bütün imkanlarını seferber eden ve
kendi yemeklerini getirip sofralarda ikram eden?
Büyükelçi, bunların kim olduğunu öğrendiği
zaman, söyleyebileceği tek şey: ‘İmkanını bulsam
da gidip ellerini öpsem.’ olur.”
Evet, çoğumuzun bildiği gibi bir zamanlar
olmaz gibi görünen nice gayretler temsilin
gücüyle neticeye ulaştı. O günlerde temsil
vazifesiyle yola çıkanlar, eksiğiyle gediğiyle
üzerine düşeni yaptılar. Bizim için önemli olan,
bundan sonra bizim ne yaptığımızdır. Bir
mü’minin en büyük hedefi, Allah’ın rızasını
kazanmaktır. Allah’ın rızasını kazanmanın en
kestirme vesilesi de O’nun adının dünyanın
dört bir tarafına götürülmesidir. Bugün
itibarıyla Cenab-ı Hakk’ın önümüze çıkardığı
imkanlara bu nazarla bakmalı ve bize verilen
fırsatları çok iyi değerlendirmeliyiz. Zira
fırsatlar, bir yerlere istif edilip daha sonra
kullanılabilen birer emtia değildir. Bizler,
şimdilerde önümüze çıkan fırsatların üzerinde
yoğunlaşmalıyız. Geçmişte kahraman veya
hain arama yerine önümüze ve işimize bakmalı
ve Allah’ın rızasına doğru koşar adımlarla
ilerlemeliyiz.
iyi okumalar…