RECEP ATICI
Henüz 30 yaşındaydı. Her şey yarım kalmıştı! Annesinin ‘Kızım hâkim oldu.’ sevinci yarım kalmış. Kelebekler kadar mutlu bir yuva tıpkı kelebek ömrü gibi yarıda kalmıştı. Bir o mu? Daha niceleri ömrünün baharında her şeylerini yarım bırakmışlardı.
Onun adı Şeyma idi. 1990 yılında mutlu bir ailede dünyaya gelmişti. İlköğretimi ve liseyi başarılı bir şekilde bitirdikten sonra hukuk fakültesini kazanmıştı. O gün heyecandan neredeyse kalbi duracaktı. Sonunda en çok istediği bölümde okuyacaktı. Mahkeme salonlarında adalet dağıtmak, hak edene hak ettiğini vermek! Onun hayaliydi bu ve şimdi gerçek olmuştu. Çalışkan bir öğrenciydi, dolayısıyla hem öğretmenlerine, hem de ailesine göre bu şaşırtıcı bir sonuç değildi. Ama o gene de çok heyecanlanmış ve göz yaşlarına hâkim olamamıştı.
Hukuk okuyacağı için artık kendisini çok şanslı görüyordu. İyi bir hukukçu olmak onun çocukluk hayaliydi. Kendisi hayal kurmayı çok sevdiği için ders çalışmaları sırasında bazen dersten kopar, giymek için kendisine cübbe bile beğenirdi. En çok da “hâkim olma” hayali onu motive ediyordu. Sıcak kahve kokusuna karışan hayalleri onu hep mahkeme salonlarına alır götürürdü.
Sonunda üniversiteyi bitirdi ve ailesinin yanına döndü. Şimdi hayallerine kavuşabilmek için sırada aşması gereken zorlu bir hakimlik sınavı vardı. Yıllardır yapageldiği ve en iyi bildiği şeye yani ders çalışmaya tekrar başladı. Ancak her zaman olduğu gibi kahve kokulu hayalleriyle ütopyalar kuruyordu. Ah bu hayaller! Onlar da olmasa bu sınavların üstesinden gelemezdi herhalde.
Sonunda beklenen gün geldi ve ailesiyle birlikte bir bayram sabahına uyandı. Niye mi? Çünkü, sınav sonuçları açıklanmış ve kahve kokusuna karıştırarak kurduğu hayallerine kavuşmasına ramak kalmıştı. Onu tanıyan herkes, çoktan, “Hâkime Hanım!” demeye başlamıştı bile.
Hayallerinin gerçek olmasından dolayı bir kelebek gibi uçuyordu. Artık yıllardır içinde büyüttüğü idealine ulaşmıştı. Sonra da hem bir meslektaş hem dünyanın en iyi insanı olan hayat arkadaşıyla tanıştı. Artık daha güçlüydü. Zira adaletin sağlanması için birlikte hizmet edeceklerdi.
İlk görev yerleri belli olmuştu. Bir yandan tebrikleri kabul ederken öte yandan, “Ya yanlış bir karar verirsem, ya suçsuz birini cezaevine gönderirsem?” endişesini de içinden atamıyordu. Aslında bunun normal olduğunu düşünüp rahatlatmaya çalışsa da bu onun elinde değildi.
Gittiği adliye çok büyüktü. İş yoğunluğuna rağmen staj günlerinde olduğu gibi kıdemli hakimlerden istifade etmeye çalışıyordu. Dava dosyalarını evine götürüp geç saatlere kadar inceliyordu. Öyle ki artık öğrencilik yıllarında olduğu gibi sıcak kahve kokusuyla hayal kurmaya vakti yoktu. Mesleğini daha iyi yapabilme telaşıyla koşuşturduğu günlerin birinde hamile olduğunu öğrendi. Duruşmalar genellikle onun zorlanacağı sabah saatlerinde yapılıyordu. Doktoru rapor verebileceğini söylese de o kendisine ait dosyaların başkasına verilmesini istemiyordu.
Artık doğum iyice yaklaşmıştı. Doktor kontrolleri sıklaşmış ve heyecan doruktaydı. Epey zamandır oldukça büyüyen karnı yüzünden geceleri rahat uyuyamıyordu. Kahve kokulu olmasa da, ‘Bebeğimi kucağıma alınca bol bol uyurum.’ hayaliyle uykusuzluğa dayanmaya çalışıyordu. Meğer uykusuz geceler hiç bitmeyecekmiş ta ki ebedi uykuya dalıncaya kadar.
Bu arada doğum iznine ayrılmıştı. Oğlunun tekmeleri artmış ve, “Hazır mısın? Geliyorum” diyordu. Cumartesi sabahı eşiyle beraber hafif bir kahvaltı yapmışlardı. Karnı iyice büyüdüğü için midesine baskı yapıyor, bu yüzden yeterince doyamıyordu.
Vakit epey ilerlemişti. Yemeği beklerken kapı hoyratça çalınmaya başlamıştı. Yavaş adımlarla yürüyerek açtığı kapıda polisler vardı. Nöbetçi hâkim ve savcılar için bu normaldi. Ancak bu o normallerden biri değildi. Düne kadar kendisini her gördüğünde ayağa kalkıp saygı gösteren polisler ayakkabıları ile bir anda içeri dalmışlardı. Bir şeyler söylüyorlardı fakat o hiçbirini anlamıyordu. Tek hatırladığı, “darbe, gözaltı” gibi sözcüklerdi. Bir de eşinin, “Korkma bir şey yok, bebeğimizi düşün.” dediğini hatırlıyordu. Polisler eşini ve kendisini alıp götürürken lojmanların dışarısının da kalabalık olduğunu gördü. Meğer kendileri gibi diğerlerini de gözaltına almışlardı.
Bu yaşına gelmiş bir trafik cezası almamıştı. Şimdi ne olacaktı? Bu düşünceler içerisindeyken karakola vardığında aynı durumda olan bir çok insan olduğunu farketti. Gördüğü şeyin bir kâbus olmasını çok istedi. Hava sıcaktı fakat o sıcakta, mahşer yerini andıran bir mekânda ayaküstü bekletiliyordu. İhtiyaç gidermek için sadece bir tuvalet vardı. Tuvaletten gelen koku ise dışarıya kadar gelmekteydi. Bir ara endişe dolu gözlerle eşine baktı. Eşi bakışlarıyla adeta bu kâbusun en kısa sürede biteceğini hissettirmeye çalışıyordu. Meğer bu kâbusun ne zaman biteceği belirsizmiş.
Mahşeri kalabalığın içinde kısa süreliğine de olsa hayalen kendi görev yaptığı mahkeme salonuna gitti. Duruşma yaptığı zamanlarda dışarıda bekleyen insanları düşünür ve elinden geldiğince hızlı olmaya çalışır ve onları bekletmemeye gayret ederdi. Şimdi dışarıda bekleyen kendisiydi ve kimsenin acelesi yoktu. Nihayet duruşma başlamıştı. Onları oraya sevk edengüçhepsinin tutuklanmasını istiyordu. Tutuklananlar arasında eşi de vardı. Onun durumunu gören hâkim tutuksuz yargılanmak üzere bırakınca yanında bulunan annesinin boynuna sarılıp hıçkırarak ağladı. Bu kâbusun bittiği anlamına gelmiyordu elbet. Tam aksine yeni başlıyordu.
Gözaltı sürecinde yaşadıkları yüzünden bebeğin sağlığından çok endişe etti. Aslında eşine çok ihtiyacı vardı. Ama elinden de bir şey gelmiyordu. Bu arada normal doğum yapabilmesi için herkes dua ediyordu. Çok şükür gizli açık yapılan duaları işiten Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla doğum normal olmuştu. Bebeğini kucağına aldığı sırada hemşireler bebeğin babasını soruyorlardı. Bu durum onun gözyaşlarını tekrar harekete geçirdi. Fakat annesi, “Bu kadar harap etme kendini. Sütün gelmez ve Yusuf’um aç kalır.” diyordu.
Dünyaya gelen her bebek gibi Yusuf da büyüyordu. Babasını daha fazla merakta bırakmamak için bebeğin fotoğrafını çekip cezaevindeki eşine gönderdi. Fotoğrafı görünce eşinin çok mutlu olduğunu duyunca Yusuf’un süt pınarları da akmaya başladı. Artık Yusuf aç kalmayacak ve uyuyabilecekti. Uyurken bebeğin yüzünü ve ellerini seyrederek kendisini teselli ediyordu.
Bu arada adeta çöpe atılan bir atık gibi lojmandan atılmıştı. O ise eşini ziyaret edebilmek için annesinin köyüne gitmek yerine şehirde bir ev tuttu. Artık bir işi ve geliri olmadığı gibi banka hesaplarında kalan az miktardaki paralarına da el koymuşlardı. Küçük bebeğiyle çalışamayınca örgü örüp Instagram’da satmaya çalışıyordu.
Bu arada hakkında bir gözaltı kararı daha çıkmış ve uzun süre gözaltında tutulmuştu. Maksatları ise aslı astarı olmayan tutanakları imzalatmaktı. O her şeye rağmen boyun eğmedi ve belgeleri imzalamadı. Günler sonra serbest bırakıldığında tükendiğini, adeta damarlarındaki kanın çekildiğini hissetti. Eve döndüğünde bebeğini özlemle bağrına bastı ve o günden sonra yanından hiç ayrılmadı. Zira sevdiğini kaybetme korkusu bebeğin şuur altına öyle işlemişti ki tuvalete gittiği zaman bile ağlıyordu.
Bunca ızdırap ve kedere rağmen hayat devam etmekteydi ve o görüş günlerinde eşini görmeye gidiyordu. Görüşmenin nerdeyse tamamı oğullarıyla ilgiliydi. Bu arada hakkında açılan davanın duruşmasına katılmıştı. Dosyasında suç teşkil edecek hiçbir şey yoktu. Fakat buna rağmen hâkim kendisine 7 yıl 6 ay ceza vermişti. Sonuç açıklanınca heyetin yüzüne acıyarak baktı. Ne kadar da zavallı durumdaydılar. Ancak her an cezası onanabilirdi. Peki ama bu durumda Yusuf ne olacaktı? Hem annesiz hem babasız mı kalacaktı? Artık her geçen gün korkunç bir hal alan kâbus işin doğrusu içten içe onu da korkutuyordu. Bu arada bir başka ilde hakkında gözaltı kararı verildiğini öğrendi. Ancak bu sefer Yusuf bunu kaldıramazdı. Bu yüzden saklanmaya karar verdi.
Buraya kadar anlatılanların bir yazarın masa başında oturup yazdığı bir hikâye olmasını ne kadar da isterdi. Heyhat! Hikâye değil gerçeğin de ötesinde bir kabustu. Zira bir gün önce teröristleri yargılayan hâkim iken sabah uyandığınızda terörist (!) olmakla suçlanıyordu. Bunu kargalara anlatabilseydi belki de tüylerini yolarlardı. Bu yüzden gaybubet hayatına başladı. Yaklaşık 10 ay kadar dışarı çıkamadığı gibi eşine de ziyarete gidemedi. Eşi parmaklıkların arkasında kendisi de kendi eliyle kilitlediği çelik kapının arkasındaydı.
Ve bir gün kararını verdi! Canı gibi sevdiği ülkesini terk edecekti. Fakat bu her kalbin dayanacağı bir karar değildi. Zira bir yanda sevdiklerinden, vatanından ayrılma düşüncesi, diğer yandan hakkında açılan üç davayla beraber çıkış yolunun zorluğu vardı. Daha bir ay kadar önce iki meslektaşı Yunanistan’a geçmeye çalışırken çocuklarını Ege Denizi’nin sularına vermişti. Ama ne olursa olsun oğlunu yalnız bırakmamak için çok sevdiği ailesinden de eşinden de ayrılmalıydı.
Kalbi kırık çıktığı o tehlikeli yolculukta neler yaşadığını bir kendisi bir de Allah biliyordu. Belki de hicret düşüncesine halel gelir endişesiyle yaşadıklarını kimseyle paylaşmadı. Ama sonunda güvenli bir limana ulaşmayı başarmıştı. Artık Almanya’da bir kamptaydı. Kamp elbette konforlu değildi. Ama yaşadıkları kendini o kadar yormuştu ki nasıl olduğunu soran bir arkadaşına, “Beş yıldır ilk defa kendimi mutlu hissediyorum.” demişti.
Bu arada Yusuf büyümüş ve beş yaşına gelmişti. Uyurken bebekliğindeki gibi annesinin yüzünü okşuyor, saçlarına tutunarak uyuyordu. Bu arada hakime hanımın çektiği sıkıntılardan mı yoksa fiziksel bir rahatsızlık mı neyse gene kalbi ağrıyordu. Sabah uyandığında kendini baya güçsüz hissetti ve bir şekilde kamp görevlilerine derdini anlattı. Hemen bir ambulans çağrıldı ve derhal hastaneye götürüldü. Hastaneye vardığında derhal yoğun bakıma aldılar. Fakat yaşanan onca acı karşısında artık takati kalmamıştı. Her zaman olduğu gibi annesi onca yolu kat edip gelse de o çoktan kahve kokulu hayalleriyle birlikte ruhunun ufkuna uçup gitmişti.
Henüz yolun yarısı denecek yaştaydı. Her şeyin yarım kaldığı fani dünyada geride gözü yaşlı bir annebaba ve bir de eşi kalmıştı. Yusuf ise hem öksüz hem de yetimdi. Ve bir kavuşma daha mahşere, bir hesap daha ahirete kaldı. Rabbimiz mekanını cennet, şehitlere komşu eylesin.