METİN ÖZDEMİR
“Ayrıca devlet bile bir insanı cinayet işlemeye zorlayamaz, buna hakkı yok… Ben de tek bir vazifem olduğunu biliyorum, insan olmak ve çalışmak…”
Bir şeylere gerçekten de mecbur muyuz? İnsan nelere mecburdur? Nelere mecbur değildir? sorularını sorgulatmaya yarayan enfes bir kitap.
Mecburiyet ve gereklilik farklı şeylerdir. Nefes almak mecburiyet ama su içmek gerekliliktir. Su içmeyebilir bu hayata veda edebilirsin. Kısacası bu hayatı yaşamaya mecbur değilsin. Mecbur olduğunda suyu içersin. Hayatta kalırsın. İradeyi eline alan insanlar kendi istediklerini yapabilir. Başkalarının isteklerine mahkum olmazlar. Kendi iraden ile tercihler yapabiliyorsan her şeyi yapmanın mecbur olmadığını hisseder özgür olursun. Hayatta bir takım mecburiyetler yok mu? İsteğimiz dışında imzaladığımız, mecbur tutulduğumuz resmi evraklar. Bizi bir şekilde sorumluluk anlamında bağlıyor biz istemesek bile. İşte bu kitap tam bunu sorgulatıyor. Tam anlamıyla özgür müyüz? Bir anda kendi isteğin dışında ülkeler arasında savaş oluyor ve gitmek istemediğin halde mecbur tutuluyorsun. Güzel güzel mutlu, barış halinde yaşarken bir anda insan öldürmeye zorlanıyorsun. Hem de sevdiğin, üzerinde yaşadığın vatanının yetkililerinin almış olduğu kararlardan dolayı? Bir anda tüm hayata dair planların alt üst…
Ya içindeki barış dışındaki savaşa galip gelecek neticesinde belki hain derecesine düşeceksin. Ya da savaşıp sistemin gerektirdiklerine uyacaksın. Vatan aşkının çok ağır bastığı toplumlarda bu duygularda böyle bir birey olmak zor ama bireyin vatana çok bağlı kalmadığı toplumlarda hemen sınır değiştiren insanlar da yok değil. Bir şekilde mülteci konumuna düşüyorsun. İsteyerek veya istemeyerek… Burada da ortaya irade koyabilmek zor.
Mecburiyet kitabının konusu kitapta şu şekilde verilmiş: Savaş karşıtı görüşleriyle tanınan Stefan Zweig I. Dünya Savaşı boyunca bu görüşlerini yaymayı kendine misyon edinmişti. Avrupalı ve “dünya vatandaşı” kimliğine büyük değer veren yazar yapıtlarında savaşın yıkıma uğrattığı “eski dünya”nın değerlerinin kayboluşunu büyük ölçüde dert edinmiştir. Mecburiyet’in ana karakteri ressam Ferdinand da savaş sırasında askere alınmamak için İsviçre’ye kaçmıştır.
Bir gün askerliğe elverişliliğinin tespiti için konsolosluğa davet edildiğinde karısının şiddet karşıtı duruşuna ihanet etmemesi yolundaki telkinlerine karşın kendini gitmek zorunda hisseder. Görev duygusu, savaş karşıtı düşünceleri ve karısına duyduğu sevgi arasında sıkışıp kalmıştır. Ferdinand her ne kadar “insanlığın ötesinde bir vatanı” olmasa da “yirmi milyon insanı boğan o zinciri” kıramayacağını düşünür.
Bir ülkenin vatandaşı olmak askerlikten vergiye kadar birçok sorumluluğu beraberinde getiriyor. Öyle bir an geliyor ki vatanın senden senin en değerli varlığını yani canını isteyebilir. Şehitlik kavramı olan Müslüman ülkelerde bu daha rahat aşılıyor. Ama ya ölmek istemeyen bir bireyse. İşte o an birey için kırılma noktası yaşanabilir.
İşin kötü tarafı kim için ve ne için savaştığını bilmemek. Böylesi bir ortamda askere çağırılan Ferdinand, özgürlük arzusu ile yetkiyi elinde bulunduranların emri arasında bir sarkacın iki ucunda sallanıp durur gibi gelgitler yaşıyor. İçinden ‘özgürlük, özgürlük’ diye haykırırken ayakları onu hiç istemediği savaş ortamına çekiyor.
Ferdinand, karısı Paula ve yerine ulaşmadan çok öncesinde bile kendini hissettiren, beklenen mektup. “Fakat bildiği bir şey vardı: Herhangi bir çekmecede yüz binlerce kağıdın arasında bir kağıt vardı. Biliyordu. Günün birinde, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda bu çekmece çekilecekti -bu çekmecenin açıldığının duyuyor ve biliyordu- bu mektup onu buluncaya dek dolanacak, dolanacaktı.”
Savaştan kaçıp karısıyla beraber sanatına ve İsviçre’ye Zürih Gölü’ne sığınan Ferdinand acaba savaşa katılacak mı?
Ferdinand’ın kendi iç çatışması ve karısıyla olan çatışması çok güzel işlenmiş. Çok önemli ruh tahlilleri var.
“Esaretin içinde de bir özgürlük vardır nasılsa. İnsan kendini kaçak hissettikten sonra hiçbir yerde özgür değildir, içerde ya da dışarda olmuş hiç fark etmez.”
Ressam Ferdinand anavatanı Almanya’nın cehenneme döndüğü bir savaş döneminde ülkesinden ayrılıp sınır değiştirip İsviçre’ye yerleşse de iç dünyasındaki savaşı ve kendisinin dışında gerçekleşen ülkesindeki savaşı yenebilecek midir?
Mutlaka okuyun derim. Keyifli okumalar!