AHMET AYDIN
Bahadır uzun zamandır bir nefes almak, ailesiyle beraber yılların yorgunluğunu üzerinden atmak, topraklama yapmak istiyordu. Bunun için Temmuz ayında Selanik’te biraz dinlenmek için gereken her şeyi hazırlamıştı. Temmuzun sonunda ailesiyle birlikte işte Yunanistan’daydı. Havası, ortamı sanki uzun yıllar burada yaşamış gibi hissettiriyordu. Kendini atmosfere bıraktı.
Selanik’in Kordon Boyu akşamüstünün altın rengi ışıklarıyla süslenmişti. Ege’nin dingin suları kıyıya vururken yılların ve coğrafyaların ötesinden gelen, sanki öncesinde birbirini tanıyormuş gibi iki ruh birbirini çekiyordu. Kordonda ailesiyle akşam gezmesindeyken deniz kenarında bir delikanlının gözü onlara takılmıştı. Bahadır da oraya doğru yaklaştı. “Merhaba.” dedi. Delikanlı samimi bir cevapla;
“Merhaba.” dedi. “Siz Türk müsünüz?”
“Evet, Türküm.” Biraz balkan göçmenine benzettiği delikanlıya sordu. “Siz nerelisiniz?”
“Ben Rum’um. Trabzon Rumlarından.” Bahadır birden heyecanlandı. “Trabzon mu?”
“Evet, Trabzon. 1936 yılında göç ettik oralardan. Önce Gürcistan Batum, Tiflis sonra Yunanistan Selanik. Ailem, annem ve kardeşim burada, Selanik’in Menemen köyünde birlikte yaşıyoruz.
“Ben de Trabzonluyum” dedi Bahadır. “Bu eşim, bu annem, bunlar da çocuklarım.”
Tanıştılar Konstantin ve Bahadır. Selanik’te kordonda demlenmeye başladı muhabbet. 50 yaşındaki Trabzonlu Bahadır yıllar sonra bir göç hikâyesi dinleyeceğini tahmin etmişti belki ama kendi şehrinin yankılarını bulacağını düşünememişti.
Konstantin 1936 yılında Trabzon’dan göç etmek zorunda kalan bir Rum ailesinin torunuydu. Otuzlu yaşlarındaydı. Önce Gürcistan’a sonra Selanik’e savrulmuşlardı. Şehirler değişmişti ama kalplerinde taşıdıkları Trabzon hep aynıydı. Konuşmaya başladıklarında dilin, coğrafyanın ve zamanın sınırlarını aşan bir samimiyet doğdu. Rumca, Türkçe birbirine karıştı; tıpkı Trabzon’un çok kültürlü dokusunda olduğu gibi. Konstantin Bahadır’la Türkçe, Bahadır’ın annesiyle *Romeika, kızıyla İngilizce, oğluyla Rusça konuşunca ortam daha da büyülendi. Muhabbet kaynadıkça kaynadı.
“Dedem Trabzon’da doğmuş.” dedi Konstantin gözlerinde uzak bir anıyı canlandırır gibi. “Oraları hiç unutamadı. Dağları, denizi, sokaklarını, insanlarını. Bir gün geri döneriz diye umdu hep ama nasip olmadı.” Bahadır başını hafifçe salladı. Yabancı değildi bu hikâyelere. Pek çok öğrencisinin ailesi benzer öyküler anlatırdı ona. Ama bu kez karşısındaki yabancı değildi, sanki yıllardır tanıdığı uzak bir dostuydu.
“Göç zor.” diye yanıtladı Bahadır. “Ama en zoru geride bıraktığın şeylerin hep seninle kalması. Hiç tam anlamıyla ayrılamıyorsun aslında bıraktığın yerlerden.” Kendi ailesinde de benzer hikâyeler vardı. Her göç iki şehir arasında bir bağ kurar, insanı iki yerde birden tutardı. Şimdiki hali Konstantin’den farklı değildi ki? O da iki yer arasında, araftaydı.
Sohbet ilerledikçe iki insanın hayatında farklı yollarla var olan Trabzon konuşmalarının merkezine yerleşti. “Trabzon’da ne kaldı ki şimdilerde?” diye sordu genç adam. “Koşmaktan yorulduğumuz o taş sokaklar, cami ile kilisenin bir arada durduğu o zamanlar hâlâ var mı?”
Bahadır derin bir nefes aldı yüzünde hafif bir hüzün. “Trabzon değişti, her şehir gibi. Ama bazı şeyler hiç değişmedi; denizin kokusu, rüzgarın sesindeki o tanıdık hüzün. Ve tabii insanın içindeki hatıralar ve sevdiklerine duyduğun özlemler. Aynı eskisi gibi.”
Bu sözler üzerine Konstantin sessizce denize bakarak düşündü. Kendi şehrine hiç dönmemiş veya dönememiş insanların hikâyeleriyle büyümüştü. Dedesi, çok sevdiği ninesi, akrabaları, sevdikleri. Şimdi de Trabzon’u uzun zamandır görmemiş kendisi gibi onu özleyen biriyle yoğruluyordu duyguları. “Bazen dilini bilmediğin bir şeyle de bağ kurarsın.” dedi, “Tıpkı bugün seninle Rumca ve Türkçe karışık konuştuğumuz gibi.”
Bahadır gülümsedi. “Dil insanları ayırmak için değil, birleştirmek içindir.” dedi. “Trabzon da böyleydi. Türkü, Rumu, Ermenisi herkesin birbirini anlayabildiği bir yerdi. Şimdi birkaç dili biliyor insanoğlu ama ayrılıkların, gurbetlerin, hasretlerin sonunu getiremedi ”
Akşam karanlığı ağır ağır inerken iki yabancı paylaştıkları bu derin ortaklıkla daha da yakınlaştılar. Hikâyeleri farklıydı belki ama kökenleri aynı coğrafyadan, aynı denizin kıyısından geliyordu. Aynı tavanın balıklarıydı onlar. Göçün acısını, ayrılığın izlerini konuştular ama her cümlede yeni bir dostluğun doğduğunu da hissettiler birbirini uzun zamandır görmemiş iki kardeşin buluşması gibi.
“Bir gün Trabzon’a gitmek ister misin?” diye sordu Bahadır sesinde davetkâr bir tonla. Konstantin gözlerini kısarak düşündü. “Belki.” dedi. “Belki de Trabzon sadece bir şehir değil, bizim gibi insanlarda yaşamaya devam eden bir ruh. Oraya gitmesem bile burada yaşadığımız bu an benim için Trabzon’a dönmek gibi. Biliyor musun, neyi öğrendiysek o zaman nenelerimizden, dedelerimizden şimdi yaşatmaya devam ediyoruz Menemen’de.”
Laf lafı açtı ama zamanın akrep ve yelkovanı su gibi eriyip gitti muhabbetin içinde. Daha Menemen’e dönecekti Konstantin. Kucaklaştılar, sarıldılar kardeş gibi. “Ne zaman isterseniz Menemen’e gelin, kapımız her daim açık.” dedi ve telefon numarasını verdi Konstantin. Bu sözlerin ardından banktan kalktılar. Selanik’in serin akşamında yürürken arkalarında sadece bir sohbet değil, yepyeni bir dostluk bırakmışlardı. Her ikisi de farklı yerlerden gelmiş, aynı şehirde buluşmuştu. Trabzon onları birbirine bağlayan görünmez bir ip olmuştu. Ve artık biliyorlardı ki Trabzon onların içinde hep var olmaya devam edecekti. Kökleriyle yaşayacaklardı ve oradan çiçek vereceklerdi yine.
- Romeika; Pontus Rumcasını konuşan kişiler, konuştukları dile Romeika (Ρωμαίκα) adını vermişlerdir.