HASAN FAYDA
Onlar on iki kardeşti. İnsan fıtratında olan kıskançlık duygusu, kullanılması gereken yerde kullanılmadığı için, bir oyun ile kardeşlerinden birini, en çok kıskandıklarını, derin bir kuyuya atarak ondan kurtulmayı düşünürler. Babalarını da kardeşlerini kafalarında uydurdukları farazi kurdun yediğine ikna etmeye çalışırlar.
“Hani Yusuf babasına; ‘Babacığım ben rüyada, gerçekten on bir yıldızla, güneş ve ayı bana secde ederlerken gördüm.’ demişti de babası da ona “Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.’ demişti.” (Yusuf, 12/4-5)
O bunları kardeşlerine anlatmasa bile insanların apaçık düşmanı olan şeytan demde, damarda dolaşıp durmaktadır ve bir gün şeytani plan kardeşler tarafından uygulanır.
Hz. Yusuf ne yapsa o plandan kurtulamayacaktır, zira plandan haberi yoktur. Belki de kader planında öyle yazmaktadır, bir imtihan sırrıdır; işte o gün bunlar aşikâr değildir. Kardeşlerin kıskançlık duyguları da şiddetini her gün artırmaktadır.
Kuyuya atılmakla başlamış olur çileli yolun, davanın belki de ilk adımları.
Mısır’a sultan olmanın ilk basamağıdır kuyu. Sultanlıkta gözü olmayan kuyunun kutlu misafiri, kurtarıcıları tarafından kurtarılır fakat ne kurtarılış! Kurtarılıp esir pazarında esir olarak satılır. Öyle olmakla beraber dürüstlüğü ve ahlaklı oluşu, aslında ona önündeki yolları açar.
Evet, saraya girişi köle olarak satın alınmasıyla olur. Saraydaki hayat çizgisi, istikbaldeki görevle de alakalı ilahi tasarrufla şekil alan dürüstlük ve ahlaki güzellikle, basamakları hızla çıkar.
Fakat sarayların eksik olmayanı ya da olmazsa olmazı ayak oyunları, onu rahat bırakmaz. Bu kez de zindan yolu açılır. Zindanla farklı imtihanlar devam eder.
Zaten gözü ötelerde olan, ruhunu ötelerle besleyenler için dünya bir zindan değil mi?
“Masa, kasa, nisa” imtihanı olarak bilinen imtihan, bidayetten bugüne kadar devam edegelen en tehlikeli sınav çeşididir ki o gün Hz. Yusuf da bu imtihana tabi olmuştur.
İlahi kudret müstakbel elçisini kuyuda sıyanet ettiği gibi sarayda da saray entrikalarına karşı koruduğundan o sınavları inayet-i ilahi ile geçmiştir.
“Bugün, aynı imtihanlar olmaz, o tarihsel bir olaydır.” demek, insanı ve imtihanı anlamamak olmaz mı?
Bu çetin imtihanlar, insanı sıradanlıktan çıkarıp kaliteye, seçkinliğe götüren süreçtir. İmtihanın şiddeti, imtihan sürecinde çekilen çileler en safa, saflaşmaya giden yolda yol arkadaşıdır yolcuyu yalnız bırakmayan.
Ve o yol arkadaşını seven, sevebilen yolcu, onsuz hayatı elbette düşünmez, düşünemez. Onsuz hayat zira tatsız tuzsuz, çekilmez olur yolcuya.
“Alırsan mukaddes çilemi elimden, zikrini dilimden, sevgini kalbimden gözyaşımdan başka nem kalır? Derdimin, çilemin devası, acısında sızısındadır. Bu işin hikmeti alın yazısında, manasız hayat dertten ayrı kalışımdadır, derdimden ayrı düştükçe ağlarım.
Çilemin ateşiyle yanıp kavrulayım, rıza pınarından içip içip kanayım, izninle rahmet deryasına dalayım, derdimden ayrı düşersem ağlarım.” der, dua eder gözyaşlarıyla o yolcu.
Yine şöyle der:
“Şikâyet etmem derdimden, onca sıkıntı çeksem de birlikteliğinden, vazgeçilecek şey değil ki kendinden. Vazgeçmekle mana kalmaz hayatta, yaşamak muradım, vazgeçemem kendinden, derdimden, çilemden. Derdim aşkım, ileri derecesi aşkın… Olmamak için iki cihanda şaşkın… Aşkım derdim; derdim, çilem baş tacım… Başlara taç, kalplere ilaç, peşindeyim ilacının aşkın, dermanı kendi içinde aşk acısının. Dinmez sarılmadıkça dört elle ona, aşka; aşkım derdim, devası ise çilem…”
Derdi ve çilesiyle hemhal olanlar sayesindedir belki de başarı. Zira çilesinin çekilmediği hiçbir mesele kalıcı olmaz, çıraklığının yapılmadığı işin ustalığı olmadığı gibi. İşin kadri ve kıymeti ıstırabın, çekilen sancıların, acıların nispetindedir. Ucuz elde edilen çabuk kaybedilir. Çünkü kıymeti, elde edilişteki ucuzlukla kıyaslanır. Nerede hangi davanın yükselişi varsa bu dertsizlerin, çilesizlerin emekleriyle, omuzlarıyla olmadığı malumdur, bunun içindir ki büyük davalar büyük sancılar çeken kametlerin, yiğitlerin, er oğlu erlerin omuzlarında yükselir.
O omuzlar bilir ki zirvelerin tipisi, boranı, karı kışı, ayazı ne vazifeyle oralarda ise çekilen derdin çilenin görevi de odur.
Tohum ölüp gitmeyi göze almışsa çürüyüp yok olacak; fakat yeşerip sümbüllenmekse rengârenk gül olmaksa muradı, çatlayıp yeşerecek ve derunundaki programa göre şekil alacaktır. Çürüyüp yok olmanın aksine çatlamaya razı olmak, rengârenk güller açmaktır. Çatlamanın çilesine katlanan gülzarda gül açar ve bülbüllere aşk türküleri söyletir.
Doğum sancısını çeken analar, bir ömür boyu belki bu sancının çilesini çeker. O çektiği çile onu ana yapar. Hakk’ın rızasına eren ananın ayakları altına Allah cenneti serer.
Kul olmak da kul olma davası da işte o doğumlar gibi çileli olur. Kul olma yolunda çileye katlanamayıp bu manada dayanıksızlık, bilinmelidir ki güdükleşip yok olmaya mahkûmiyettir; yok oluşa gidiştir.
Nebevî köklere bağlı kalınarak, yolun hususiyetleri muhafaza edilerek yapılabilen kulluk ve o kulluk yolunun sıkıntılarını çekmek, sıkıntıdaki ıstırabı şikâyetsiz olarak, zemzem içer gibi yudum yudum yudumlamak, âlî hedef olan kulluğa doğru atılan sağlam adımlardır; ortaya çıkacak ürün ise başlara taç olur, Mısır’a da sultan.
Esas olan da ne başa taç olmaktır ne de Mısır’a sultan. Önemli olan ise kâinatın sahibinin hoşnut olduğu bir kul olmak.
Allah’a kul olmak kurtulmaktır. Mevlana Celaleddin-i Rûmi şöyle der:
“Men bende şudem bende şudem, bende şudem
Men bende be-haclet ser-efkende şudem
Her bende şeved şâd ki âzâd şeved
Men şâd ez-ânem ki turâ bende şudem”
“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum
Kulluk vazifemi hakkıyla yapamadığım için mahcubiyetimden başımı öne eğdim
Bir köle azat edilince sevinir
Ben ise sana kul oldum diye seviniyorum.”