“Bir bavul dolusu geçmiş, biraz hüzün, biraz tebessüm…”
Ayfer Tunç, Memleket Hikâyeleri kitabında sanki hepimizin çocukluğunun sokağında dolaşıyor. Mahalledeki bakkalın önündeki tahta sandalyeden dünyayı izliyormuş gibi bir hissi var kitabın. Sayfaları çevirdikçe, hem “ah o eski günler” diyorsun hem de “iyi ki o günleri yaşamışım” diye içinden geçiriyorsun.
Tunç’un kalemi yine çok insancıl. Her karakter tanıdık: komşunun oğlu, kasabanın öğretmeni, sessiz anne, çok konuşan teyze… Yani roman değil, bildiğin bizim mahalle. Hem o kadar içten ve samimi ki. Her kitabın, her romanın içinde kaybolmazsın ama bu öyle değil. En azından bana. Ama o kadar incelikli anlatılmış ki, sıradan hayatların içinde felsefi bir derinlik buluyorsun. Kitabı okurken kimi zaman bir tren sesi duyuyorsun uzaktan — belki de hepimizin içinden geçen o gitme isteği. Ama sonra biri diyor ki: “Hiçbir yere ait olmamak, en büyük yorgunluktur.” Milenyum kuşağının sırtındaki inmeyen yük gibi bu cümle. Bir de benim gibi gurbetçilerin. Ve sen, kitabı kapatıp biraz düşünüyorsun. Biraz dalıyorsun. Biraz gidiyorsun. Bir ses, bir telefon seni uyandırana dek.
Ayfer Tunç bunu iyi biliyor: insan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, kendi memleketini sırtında taşır. O yüzden Memleket Hikâyeleri, yalnızca bir hikâye kitabı değil — hafif buruk bir ayna aslında. Hem güldürür, hem içini burkar, hem de “eh, hayat işte” dedirtir sana. Daha önce Suzan Defter’le merhaba demiştim, şimdi Memleket hikayeleri ile beni benden aldı. Şimdi bir iki kitap var beklettiğim. Onlara bir merhaba diyeyim, sonra sana tekrar gelirim. Çünkü “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi”ni yazdım not defterime. Yakında görüşmek üzere.

















