Ertuğrul İNCEKUL
İstanbul hem Avrupa hem Anadolu’dur. Batı ve Doğu arasında sürüp giden güç ilişkilerinin en mükemmel biçimde sahnelendiği kentlerden biridir. İstanbul Bizans’ın gerilemesine şahit olduğu kadar 19. yüzyıldan itibaren İslam’ın geri kalışına da şahitlik eder. Durağanlaşan müslüman aklına ve ideallerinin yerini kendi heva ve hevesinin alışına, dûn-himmetli bir hale düşüşüne gözyaşı döker. Batı’nın düştüğü skolastik bataklıktan çıkışına, dini inkar edişine, bilime ve insan haklarına yönelişine, yükselişine sonra yine dine dönüş öyküsüne yakından seyirci olur.
Yakın dönem aydın, yazar, şair, ilim adamı, aktivist, politikacı, iş insanı, eğitimci, hukukçu, devlet adamı, sporcu ve sanatçı pek çok insanın mekanıdır İstanbul. Mekanın sakinleri hep misafirdir, mekan ise gerçek ev sahibidir. Dünyanın en güzel mekanlarından birisidir Istanbul. İstanbul’a aşık olanların gözü kördür, onu hep ilk tanıdığı tazelikte, güzellikte görür gözleri ya da hep öyle görmek isterler. Ne yaşlandığını, ne eski tazeliğini koruyamadığını bir türlü itiraf edemez benim gibiler.
Boğaz’ı İstanbul’un narin boynuna takılmış bir gerdanlık gibi hatırlarım. İstanbul için Piyer Loti ve Çamlıca Tepesi iki muhafız ve nazar boncuğu gibidirler. İstanbul’u dinlemek, onunla hem hâl olmak için ideal mekanlardır. Sarıyer, Beykoz, Kanlıca’yı sevmeyen azdır herhalde.
Altunizade ayrı bir asude mekandır. Üsküdar sahil ise efsanedir. Kız Kulesi hizasından Sarayburnu ve koca bir tarihi yüklenmiş Topkapı hüzünle gözler bizleri. Sultanahmet ve Ayasofya tüm kötülere, hasetlere rağmen kardeşliklerini sürdürürler. Gelenlere güler yüzlerini ikram ederler bizim engin hoşgörümüzden. Eminönü’nden taze simit almak, Kadıköy vapuruna binmek, günlük gazeteleri okumak ve martıları beslemek artık nostaljik oldu.
Sahaflar ve Beyazıt hep favori mekanlarımdan olmuştur. Yıllarca Beyaz Saray ve Sahaflar Çarşısı’ndan az kitap almadım. Harçlıklarımın çoğu kitaplara gitmiştir; defaatle kurduğum kütüphaneler göç ettiğim ülkelerde kalsalar da, bugüne dek yaptığım en iyi yatırımdır kitaplarım. Şehzâdebaşı, Vezneciler, Çemberlitaş öğrencilik yıllarımın uğrak noktası. Fem ve Fırat Kültür Merkezi zihnimde birçok acı, tatlı hatırayı çağrıştırıyorlar. Cağaloğlu Yokuşu bana irili ufaklı neşriyatların basımevlerini ve ilk açılan Sızıntı bürosunu hatırlatıyor. Bu büro küçük bir apartman katındaydı, gelenlere tebessümle beraber çay ikram edilirdi. Taze neşriyat kokusu gelirdi burnunuza. Sızıntı dergilerinin ciltlenmiş hali, Çağ ve Nesil serisinde aynı adı taşıyan birinci kitap, Buhranlar Anaforunda İnsan, Yitirilmiş Cennete Doğru ve belki bir de Zamanın Altın Dilimi hafızamda raflardaki haliyle duruyorlar. Ayrıca yanılmıyorsam raflarda eski müeyyidat serileri ve yeni çıkan vaazlar bandrollü kasetlerde satılırdı. Ticaret kaygılı yerler değildi. Ne Sema Video’da ne de Nil Mağazaları’nda bu tür yaklaşımlar görmezdik. Gidilen kurumlar ve müesseselerde kendimi yabancı hissetmezdim. İnsana hizmet endeksli bu güzide yerlerde hep lahuti ve bu dünyanın kirine, pasına ait olmayan bir atmosferler olurdu.
Ah İstanbul! Herkesin İstanbul’u farklıdır. Fatih semti de farklı dünyaları bağrında yaşatırdı 80’lerde, 90’ların başında. Yavuz Selim Camii bana hep hüzünlü gelirdi arka bahçesinden Haliç’e baktığımda. Yavuz Selim Han’ın türbesi mahzun durur. Fatih Camii ise içine girildiğinde zaman ve mekanın başkalaştığı bir mabetti. Metafizik dünyadan gelen tecelli dalga boyları pek çok hakikati haykırır gibiydi. Hele vaazlar! Sizi alır, adeta kalbin zümrüt tepelerine çıkarırdı. Çarşamba semti ise çok muhafazakârdı. Helal ve lezzetli gıda yönünden çok cömertti. Kıyafetleri gelenekseldi. Şimdilerde Çarşamba semti dizilere konu oluyor. Tabii Fatih deyince 15,62 km2 yüzölçümü olan, bir ucu Eminönü’ne ulaşan bir bölgeden bahsediyoruz. Ama benim zihnimde Fatih semtinin ana teması 7 yıl yatılı okuduğum Draman Fatih Koleji’dir. Farklı kesimlerden arkadaşlarımın eğitim aldığı, çok zengin bir eğitmen ve mentör kadrosunun görev yaptığı Fatih Koleji o yılların yükselen yıldızıydı.
Taksim, Beyoğlu ve İstiklal Caddesi tam bir yürüyüş ve keyif mekanıdır. Türlü cafeler, kaliteli restoranlar, ünlü kitapçılar, mağazalar vardır. 1596’da ibadete açılan Hüseyin Ağa Camii de olmasa neredeyse namaz kılacak yer yoktur. Galatasaray Meydanı ise İstiklal Caddesi üzerinde, Taksim ile Tünel meydanları arasında hemen hemen orta noktada bulunan bir kesişme noktasıdır. Galatasaray Lisesi ve Rus Konsolosluğu’nun tarihi mekanları ayrı bir renk katar bu muhite. Taksim’in tarihi tüneli ile Karaköy’e oradan Eminönü’ne yelken açabilirsiniz. Mercan yokuşu bir zamanların favori alışveriş mekanıydı. Mısır Çarsışı ise baharat, çay, kahve, koku, bitkisel yağ, çeşit çeşit bakım ürünleri, kuruyemiş cennetidir. Mercan yokuşundan yukarıya doğru tırmandığınızda bana göre İstanbul’un en büyülü mekanı Süleymaniye Camii’si ile karşılarsınız. Gözlerimi kapatıyorum, tüm olanlara inat ben hâlâ Süleymaniye’de Bayram Sabahı’nı düşlüyorum. Çünkü herşeyi çalsanız da hayallerimi çalmanıza müsade etmeyeceğim.
İstanbul kimilerine bir masal, kimilerine göre ise bir kabustur. Mekanlara anlam veren ise bizim o mekanlarda saklı hatıralarımızda, o mekanlarla olan duygusal bağımızda gizlidir. Bendeki hatıralar genelde olumlu olduğu için İstanbul 8 yıl önce bıraktığım veya sadece yaz tatillerinde uğradığım İstanbul olarak kodlu. Bu yüzden beni ve İstanbul ile ilişkimi hor görmeyin ne olur!
İstanbul şairin dediği gibi: “Yedi tepe üstünde zamanı bir gergef işleyen, yedi renk, yedi sesten sayısız belirişlerle, Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar… Gecesi sümbül kokan, Türkçesi bülbül kokan şehir.” İstanbul’u öyle seviyorum. Hâlâ ben o tanıdığım İstanbul’a aşığım.