MEHMET KARADAYI
Gözlerimi yakmaya başlayan teri elimin tersiyle silsem de, kurutmak da, terden kurtulmak da mümkün değildi. Birkaç gündür bir çölün ortasında yaşıyor gibiydik. Ter neredeyse bütün vücudumu yapış yapış bir ıslaklık içinde bırakmıştı.
Ta Yunus Emre Mahallesi’nden başlamıştım yürümeye. Otobüsün son durağı evimizin çok yakınındaydı ama saat başı sefer olduğu için bir seferi kaçırınca diğer seferi bir saat beklemek gerekiyordu. Dolmuşlar da pahalıydı. Hesabımı otobüs biletine göre yapmıştım. Bir saat beklemek yürümekten daha zor gelmişti ama şimdi bu kan ter içindeki durumuma bakınca yürümek çok da doğru bir karar değil gibi geldi. Yolda hep gölge olan yerleri bulup öyle yürümeye dikkat etmiştim ama ağaç gölgesi bulmak neredeyse imkansızdı. Bazen bina gölgelerindeki sıcaklığın gölgesiz yerlerden bir farkı yoktu. Gömleğimin ön tarafını ikide bir ileri geri sallayarak serinlemeye çalışıyordum. Bir duş sonrası giyilen beyaz bir gömlek değildi sırtımdaki artık. Hava kirliliğinden mi terin tesirinden mi bilinmez griye dönmeye başlamıştı. Saçlarım terden kaşınmaya başlamıştı ki Pac Meydanı’na ulaştığımı fark ettim. Bu meydanın ortasında İsmet İnönü’nün bir heykeli vardı. Buradan her geçişimde heykelin altındaki sözünü mutlaka okurdum: “Bu ülkede namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır.” Trafik lambası yeşilden kırmızıya dönmeden karşı tarafa geçtim. Burada kaldırımlara ekilmiş bazı tropikal ağaçlar vardı ama gölgelerinde dinlenmek imkansızdı. Bir an önce sahile varmalı ve Adliye’nin yanındaki Kore Şehitleri Parkı’nda bulunan ulu ağaçların gölgesine sığınmalıydım. Gölgesi bol ve koyu olan bu parkta Sıtkı’yı beklemek daha kolay olacaktı. Bu düşünce bana güç verdi sanki. Adımlarım hızlandı.
Sokakların gölgeli taraflarını seçmeye dikkat ediyordum yine. Bu durum beni birkaç defa hedefimden uzaklaştırdı. Farkında olmadan daldığım bir sokaktan en kısa zamanda çıkmak isterken bir çıkmaza rast geldim. Geri dönüp aynı işlemi bir sonraki sokakta yapınca da bu sefer uzun bir sokağa girdim. “Şimdi bir ara sokak bulurum” diye diye sokağı boydan boya kat etmek zorunda kaldım. Yolun sonunda sağa dönünce kendimi 5 Temmuz Ortaokulu’nun yanında buldum. Aman Allah’ım o da ne? Sanki çölün ortasında bir vahaya denk gelmiş gibi şaşkın şaşkın etrafıma bakıyordum. Sokağın kaldırımları sağlı sollu kitap satan insanlarla doluydu. Bazıları yere serdikleri yazgılarda, bazıları yerden biraz yüksek tezgahlarda kitapları sergiliyorlardı. Yazgısı veya sergisi olmayanlar kitaplarını okul bahçesinin ve diğer binaların bahçe duvarındaki boşluklarına koymuşlardı. Hiç böyle bir şey görmemiştim. Yok görmüştüm. Beni bu kadar şaşırtan başka bir olay yaşamıştım. Yaklaşık iki ay önce belediyenin karşısındaki bir binanın girişinde adına bilgisayar dedikleri televizyona benzer küçücük bir ekranı ve yazı yazmak için daktiloya benzeyen tuşları olan bir alet görmüştüm. O da beni çok şaşırtmıştı. Sahili unuttum. Tezgahların arasında dolaşmaya başladım.
Her türden kitap vardı burada. Ansiklopediler, sözlükler, eski okul kitapları, yardımcı ders kitapları, sınavlara hazırlık fasikülleri, yabancı dil öğrenmek için setler, romanlar, şiirler, hikayeler, yerli ve yabancı dergiler, eski zamanlara ait ajandalar ve hatta takvimler… Ellerim cebimde hemen her tezgahın önünde duruyor kitapları gözlerimle adeta seviyordum. Elime almaya korkuyordum çünkü cebimde, sahilde içeceğim bir gazoz ile – yürüyerek geldiğim için belki iki gazoz içebilirdim- beni eve geri ulaştıracak bir otobüs biletine yetecek kadar para vardı. Sanki kitabı elime alsam hemen parasını ödemek zorunda kalacakmışım gibi tedirgindim. Tezgahlara bir adım geride duruyor ve kitapları inceliyordum. Çocuk dergilerinin olduğu yere geldim. Ağzım açık kaldı. Türkiye Çocuk, Milliyet Çocuk dergileri ciltlenmiş olarak satılıyordu. Onları görünce cesaretlenip yaklaştım. Elimi uzatıp aldım birini. Dergiler bu kalın ve sert cildin içinde pırıl pırıl duruyorlardı. Kapağını açınca ilk sayfanın sağ üst köşesinde kurşun kalem ile yazılan fiyatı gördüm. Neredeyse bir dergi fiyatına bir yılın dergilerini satıyorlardı. Hem de ciltli ve pırıl pırıl. Birkaç cilt daha karıştırdım. Hepsinin fiyatı aynıydı. Baktığım son cildi de tezgaha koyup uzaklaşırken satıcı “Yarı fiyatını ver senin olsun.” dedi. Biraz tereddüt ettim ama “Yok” dedim “sonra alırım.” Satıcı umursamaz bir şekilde omuzunu silkti. Elindeki derginin sayfalarına bakmaya başladı. Sokağın sonuna geldiğimde gözlerim parlamaya başladı. Çizgi romanlar buradaydı.
Teksas’ın serisi vardı. Tommiks ve Kaptan Swing’in de öyle. Örümcek Adam’ın görmediğim baskıları yan yana dizilmişlerdi. Zagor elindeki taştan baltası ile her an “Ahyaakkkk!” diye bağırarak maceraya atılacakmış gibi duruyordu. Hızla sayfalarını karıştırmaya başladım. Bir tanesine iyice dalmış olacağım ki satıcı uyardı uzaktan; “Okumak istiyorsan satın alman lazım. Babamızın hayrına burada değiliz.” dedi. Mahcup olmuştum. Kitabı alçak duvarın üzerine bırakırken içten içe adama kin beslemeye başladım. Satıcı o sırada tezgahına yaklaşan bir çocuk ile kitap değiş tokuşunu konuşuyordu. İlginç geldi pazarlıkları. Satıcı “Olmaz arkadaşım” dedi “ birebir takas olmaz. Bir tane sayı seç, bu sayıyı senden alırım, üzerine iki lira verirsin olur biter.” Arkadaşım dediği çocuk benim akranım görünüyordu. Elindeki Teksas serisinin benim de okumadığım bir sayısını tezgaha bıraktı ve “Ama ben sana aynısını veriyorum. Neden üste para vereyim?” Satıcı sesine bir ton daha ciddiyet katarak “Ben bu işi para kazanmak için yapıyorum. Git bakalım bayiden bu fiyata alabiliyor musun? Ver eski sayıyı iki lira da üzerine ekle al yeni sayıyı. Bayi gibi 25 liraya sayı satmıyorum ben.” Çocuk boynunu büktü “Ama bu sayıyı ben senden aldım. O zaman 10 lira verdim. Şimdi sadece sayı değiştiriyorum. Niye para vereyim?” Satıcının sabrı taşmış olacak ki “Tamam arkadaşım” dedi “satmıyorum, değiştirmiyorum da. Git nereden istiyorsan oradan al.” Çocuk tezgaha bıraktığı sayıya baktı. “O zaman geri al. Ver benim 10 liramı.” Satıcı alaycı bir gülümseme ile “Olur mu öyle? Kitabı oku geri getir aynı paraya sat. Oh ne ala memleket! Beş liraya alırım. İşine gelirse.” Çocuğun gözlerinden çaresizlik okunuyordu. Elini uzattı. Satıcı beş lirayı verip Teksas sayısını getirip önümdeki serinin içine koydu. Çocuk arkasına baka baka yanımdan geçti. Köşede sola dönerek kayboldu. Satıcının bıraktığı sayıyı elime aldım. Onyedinci sayıyı hala okuyamamıştım. Gazi’de bütün seri vardı ama Yozgat’a gitmişti yaz tatili için. Kitabın kapağını açmıştım ki çocuk köşeden geri göründü ve “Haram zıkkım olsun!” dedikten sonra tekrar kayboldu. Satıcı dönüp bakmadı bile.
Bir iki sayfa okumuştum ki satıcının beni uyaracağı geldi aklıma. Yavaşça kapağını kapattım. Kitabı tezgaha koyarken satıcının yeni gelen biri ile konuşmaya başladığını gördüm. Birden kafamın içinde tilkiler dolaşmaya başladı. Satıcı beni görmüyordu. Kitap elimdeydi. Tam köşedeydim. Tazı gibi koşuyordum. Postanenin yanından köşeyi dönünce beni görmesi imkansızdı. Gözümün önüne çocuğun kızgınlıktan ve ağlamaktan kızaran yüzü geldi. Kitabı elimde sımsıkı kavradığım gibi koşmaya başladım. Köşeyi döner dönmez çocuğu görmeyi umuyordum ama orada değildi. Duramazdım. Deli gibi koşmaya devam ettim. Bir binanın gölgesinde durdum. Her tarafımdan su gibi ter boşanıyordu. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor nefesim sık sık tıkanıyordu. Derin derin nefes alarak rahatlamaya çalışıyordum. Birkaç defa endişeyle geriye baktım ama satıcı görünmüyordu. Nefes alışlarım biraz düzelince tekrar koşmaya başladım. Yeniden tıkandığımda durmak zorunda kaldım. Yusuf Amca’nın Sakızlı Dondurmaları tabelası tanıdık bir dost gelmişti. Demek ki biraz önce Zafer Sineması’nın yanından geçmiştim. Hemen ilerisi Çocuk Kütüphanesi olmalıydı. Kurtulmuştum. Sahile yakındım artık. Nefesimi bir daha düzenledikten sonra bu sefer sakin adımlarla denize doğru yürümeye başladım. Ayakkabılarımın içinden vıcık vıcık bir çamurun içinde yürüyor gibi sesler geliyordu. Üstüme başıma dikkat edecek durumda değildim. Sahile varınca ilk ağacın altına çimenlerin üstüne attım kendimi. Kitabın kapağı, terden sırılsıklam olduğum için adeta elime yapışmış gibiydi. Kitabı çimenlerin üstüne bırakıp ellerimi pantolonumda bulduğum kuru yerlere sürerek kuruttum. Kitabın kapağını da aynı şekilde kuruttuktan sonra şöyle bir baktım. Yüzüme bir tebessüm gelip yerleşti.
Sahildeki çay salonu sadece aileler için olmasına rağmen yaşımızın küçüklüğünden midir nedir bizim girmemize ses çıkarmazlardı. Sıtkı ile orada buluştuk. O otobüsle gelmesine rağmen aynı şekilde terden ıslanmıştı. Denize yakın olan masayı seçip oturduk. Güneş batıya çoktan meyletmesine rağmen henüz ikindi sonrası serinliği çökmemişti. Birer tane gazoz söyledik. Sıtkı elimdeki kitaba hayranlıkla bakmış ve onyedinci sayı olduğunu görünce adeta kendinden geçmişti. Nereden bulduğumu sordu. “Bir çocuktan aldım.” dedim “bana beş liraya saydı.” İskenderun Körfezi’nin en güzel yanı meltemiydi. Limana yakın yerlerde kokudan durulmazdı ama bu çay bahçesinin olduğu yere ulaşmazdı o koku. Hele bu tarafta esen melteme doyum olmazdı. Sıtkı kitabı benden önce okudu. Ben denize tekne ile gezintiye çıkanları seyredip martıların balık avına hayran hayran bakarken okuyup bitirdi kitabı. İkindi sonrası serinliği nihayet başlayıp meltem ile birleşince tadına doyulmaz bir hava olmuştu. Çay bahçesinin ışıkları yandıktan sonra uzun uzun sohbet ettik. Sonra o ayrıldı. Bir gazoz daha içtim. Yürüyerek gelmenin mükafatı olmuştu bu. Bir müddet daha oyalandıktan sonra elimde kitap otobüslerin kalktığı noktaya gittim. Saat 9’u geçmişti. 10’daki sefere binmek için beklemeye başladım. Bir bank bulup oturdum. O zaman kitabı okumayı akıl edebildim ancak. Macera o kadar sürükleyiciydi ki kitabın sonuna nasıl ulaştığımı fark edemedim bile. Bankın üzerindeki floresan ışığında kitabı bitirmiştim ki otobüsün kaçtığını gördüm. Mecburen bir sonraki seferi bekleyecektim. Denizin sakin mırıltılarını dinleyerek çabucak geçti bekleme süresi. Son seferdeki otobüse bindim. Camdan rüzgar alan bir koltuğa oturdum. Bu saatte otobüs sakin olduğundan istediğin yeri seçme özgürlüğün vardı. Püfür püfür son durağa kadar gittim. Otobüsten iner inmez babam ve küçük kardeşimi gördüm. Beni arıyorlarmış. “Neredesin oğlum? Perişan olduk burada.” Babamın gözlerinde bir öfkenin kıvılcımları çakmaya başlamıştı. “Sahilde kitap okurken dalıp otobüsü kaçırdım.” dedim. Hemen öfkesi sönmüştü babamın. Kitap okumak hele de otobüsü kaçıracak kadar dalarak kitap okumak kızılmayı değil takdiri hak ederdi. “Dikkat et bir daha. Annene yazık oğlum” dedi.
Sıtkı’yla bu kaçıncı buluşmamızdı sayısını unuttum. Tam otuzüç yıl hiç aksatmadan yerine getirdiğimiz bir gelenek olarak yine Teysir Çay Bahçesi’nde buluşmuştuk. Denizin yanındaki masaya oturmuştuk. Çocukken haftada bir gelirdik buraya. Üniversiteye başladıktan sonra sedece yazları ama neredeyse her gün buluşur sohbet ederdik. Çalışmaya başlayınca her yaz bir defaya düştü buluşmalar. Artık tarihi sabitlemek zorunda kalmıştık. Her yaz 20 Temmuz hasret giderme günümüz olmuştu. Yine buluşmuş, uzun uzun sarılıp hasret giderdikten sonra Sıtkı masadan kısa süreliğine kalkmıştı. Ben de telefonumdan ilginç gelen bir haberi okumaya dalmıştım. Telefonun ekranındaki haberden başımı kaldırınca Sıtkı’yı elindeki kahve ile gelirken gördüm. “Tavla da atalım mı?” diye sordu uzaktan. Kafamı yukarıya doğru kaldırarak hayır işareti yaptım. Geldi oturdu. Sevdiğimi bildiği filtre kahve almıştı. İskenderun Körfezi’nin cana can katan melteminin huzurunu içime çektim. Telefon ekranındaki haberi gösterdim. İlgiyle baktı. Haberde Irak’taki bir kitap satıcısının kitapları sokakta bıraktığından bahsediliyordu. Neden saklamıyorsun diye sorulunca “Hırsız kitap okumaz zaten okusa hırsız olmaz” diye cevap vermişti. Sıtkı’nın yüzü aydınlandı. “Hangi ahmak kitap çalar ki zaten?” dedi. Kırkbir yıllık dostluğumuzda ondan sakladığım tek sırrımı gülümsememin arkasına hapsettim. Kahve harikaydı.