Al CÖRE
Tanımadığı sokaklarda, parklarda manasız, hedefsiz bir halde
yürüyordu.
Son zamanlarda sıklıkla yapardı bunu. Yürümek, onun için bir
nevi terapiydi.
Bu sayede kendisiyle konuşur, dertleşir, muhakeme ve
muhasebesini yapar, geçmişini geleceğini düşünürdü. Çözüm
yolları, çıkış kapıları, tutunacak dallar, ayağını basabileceği
sağlam zeminler arardı.
O gün de, henüz güneş batmamış ama koyu bir karanlık
çökmüştü. Dinamitler gibi patlayan şimşeklerin altında, dalga
dalga alnının çatına esen ıslak fırtınaya karşı yürüyordu.
Parçalanan, yarılan, çatlayan gökyüzü içinden aralıksız,
soluksuz yağan yağmur onu hiç etkilemiyordu.
Çürümüş ot ve yaprakların kokusunun sardığı parkların içinde
boylu boyunca devrilmiş ağaçların, kırılıp savrulmuş dalların
arasından geçiyor hiç bir tehlikeyi umursamıyordu.
Göçüp geldiği gün gibi tamamen hazırlıksız ve tedbirsizdi bu
gün de. Zaten böyle bir fırtınaya ne şemsiye dayanırdı ne de
yağmurluk. Koşup bir yere sığınmayacaktı. Ne olacaksa olsun,
ne kadar ıslanırsa ıslansın, ne kadar üşürse üşüsündü.
Sürekli içinde kazanlar kaynıyor, lavlar coşuyor. Ne kar, ne
yağmur içindeki yangını söndürebiliyordu. Ha bire alıp
veriyor, düşündükçe düşünüyordu. Zihnindeki 5N 1K tipi
cevapsız soruların ardı arkası kesilmiyordu.
Kızgın bir temmuz fırtınası güneşli ve sıcak boğazın incisinden
koparıp bu boğucu, solgun, ölgün ve suskun şehre savurmuştu
onları. Buraya geleceğini rüyasında görse bile inanmazdı.
Adını sadece çocukluğundaki o tekerlemelerden hatırlıyordu.
“Bir iki üçler yaşasın Türkler, dört beş altı …. battı.” Nasıl
alışacaktı buraya? Ne ile geçinecekti? Ailesine nasıl bakacaktı?
Buraya ait ne bir hayal kurabiliyor, ne bir hedef koyabiliyordu.
Bütün hayalleri ve umutları o sıcak temmuz gününde yanıp
kül olmuştu. Tek derdi çocuklarının başında kalabilmek,
ailesine sahip çıkıp, onları koruyup kollayabilmekti. Tek hayali
vardı, o da bir an önce memleketine dönmekti.
Yaşadıkları tam anlamıyla birinkisar-ı hayaldi. Bazen bir savaş
meydanında kalmış yalnız asker gibi, bazen bir denize düşmüş
çaresiz yolcu gibi görüyordu kendini.
Bazen de yaban güvercinlerinin arasına katışmış, öz
yuvasından ayrılmış evcil bir güvercin gibi.
Evet o tam anlamıyla bozguna uğramış bir ordunun neferiydi.
Siperleri dağılmış, bataryaları çoktan susmuş, kaleleri terk
edilmiş, otağ-ı hümayun düşman eline geçmiş, geride yüz
binlerce esir ve esireler bırakılmıştı.
Hani neredeydi o atlı süvariler? Geride sadece piyadeler
kalmıştı. O da bir piyade olarak yürüyordu meçhule doğru.
Üstelik ne silahı, ne cephanesi vardı.
Bazen de kendini buz dağına çarpmış bir gemide görüyordu.
“Hepimiz aynı gemideyiz.” diyenler çoktan filikalara doluşup
uzaklaşmışlardı ondan. Bir tahta parçası üzerinde en yakın
kıyıya atmaya çalışıyorken görüyordu kendini.
Hani yuvası dağılmış, kümesi parçalanmış beyaz evcil
güvercinler olur ya. Dışarıda kalmışlardır, girecek kümesleri,
sığınacak yuvaları yoktur. Artık yaban güvercinleri ile
uçacak, onlarla dolaşacaktır. İşte böyle bir beyaz güvercin
gibiydi.
Dilinde o şarkı yağmura, fırtınaya aldırmadan yürüyordu,
“Rüzgar kırdı dalımı
Ellerin günahı ne
Ben yitirdim yolumu
Yolların günahı ne”
Çoktan bir “hiç”e dönüşmüştü. Ne ünvanları, ne makamları,
ne serveti vardı artık. Apoletleri sökülmüş, üniformaları
soyulmuştu. İşte oydu “hiç biri” dedikleri.
Hikmet-i sebebi neydi bu yaşadıklarının? Sorumlusu
kimlerdi? Sonu nereye varacaktı bu işin? Hiç çalışmadığı,
hazırlanmadığı çetin bir imtihandaydı.
Hal bu iken bulutlar üzerine bütün yükünü boşaltsa ne
olurdu? Varsın gelsindi bütün fırtınalar üzerine. İster gök
parçalansın, isterse yer yarılıp volkanlar püskürtsündü
yüzüne. Hiç biri umurunda değildi.
Yükleri daha da ağırlaşıyordu. Beli bükülüyor, dizleri
çözülüyor, nerdeyse ayakları taşımıyordu. Daha ne kadar
yürüyebilirdi? Şair Nazım’ın dediği “Ne ölümden korkmak
ayıp, ne de düşünmek ölümü.” mısralarını şimdi derin derin
yaşayarak anlayabiliyordu. Bazen öyle çok istiyor, arzuluyor
hatta dua bile ediyordu ki bir gece hiç uyanmadan
uyuyakalmayı.
Nihayet karanlık, soğuk ve ıslak gündüzün içinden kurtulup
aydınlık ve sıcak yuvasına ulaştı. Kapının ziline dokundu.
Çocukları ve ailesi üzerinden şıpır şıpır yağmur suları
damlıyorken karşıladılar onu. Bir müddet bekledi. Islak
elbiselerini kapının önünde bıraktı. O vaziyette sarıldılar. Ne
zaman böyle boğucu, soğuk, karanlık atmosferin içine girse
bu düşünceler onu esir alıyordu. Canlandı, tekrar hayata
döndü.
Onu hayata bağlayan, zorluklara karşı güç veren onlardı.
Niceleri vardı ki bu yollarda ya tek başına kalmış ya
terkedilmiş ya da sevdiklerinden kopup gelmişlerdi.
Onları düşündü hem üzüldü hem kendi haline şükretti.