Semih DEMİR
Toplum hayatımızda yaşamın her alanını kapsayan gelenek ve görenekler olduğu gibi ölüm anı ve sonrasında da uygulanmakta olan birçok adet bulunmaktadır. Mezarlık ziyareti esnasında dikkat edilmesi gereken ve yapılması gerekli olan kurallar toplum nezdinde önem taşımaktadır. Kimi inanca dayalı kimisi de ananevi bir takım ritüeller bulunmaktadır. Mezarlık ziyaretlerinde yapılmakta olan adetler kimi zaman aynı olsa da yöreden yöreye farklılıkların olduğu da görülmektedir. Yapılan uygulamalar farklı olsa da bildiğimiz bir şey var o da yaşanılan kaybın verdiği acının aynı olduğudur. Ölenin yakınlık derecesine göre acının dozu değişse de acı acıdır. Ölümle gelen ayrılığın tarifi güçtür, ancak yaşayan bilir. Mezar taşının şekli, rengi ve üzerindeki yazılarla hem mezardaki şahıs hakkında bilgi verir hem de o dönem hakkında bazı bilgileri bize aktarır. Kişinin hayatın idamesi için yerine getirdiği görevleri olduğu gibi ölünce de yapılması gereken görevler vardır.
Küçüklüğümün geçtiği ev küçük bir ilçede mezarlığa yakındı. Evimiz ile mezarlığın arasında küçük bir yol ve komşumuzun evi vardı. Evimiz tepenin başında iki katlı kerpiç bir evdi. Mezarlık evimizden aşağıda kalıyordu. Evin penceresinden bakınca mezarlık görünmekteydi. Mahallede her yer bizim oyun alanımız olduğu gibi mezarlık da çoğu zaman bizim oyun alanımız olmuştu. İçinde oynar gezer dolaşırdık. O zamanlar mezardan ve ölüden korku nedir bilmezdik. Büyüdükçe çevremizde anlatılan hikâyeler sonrası korkmaya başladık. Zamanla ölüden değil de diriden korkmamız gerektiğini acı tecrübelerle öğrendim. Onun için mezarlıklar artık beni korkutmuyor. Ruhu çekilmiş boş bedenin kime zararı olabilir ki? Necip Fazıl ölümü ve ölüm korkusunu şu dizelerle anlatıp sözlerime tercüman olmaktadır.
“Köpek korkusuyla korktum ölümden,
Ölmeden ölmeyi anlayamadım.
Ne güneşler doğup battı üstümden;
Bir günü bir güne bağlayamadım.”
Kimi zaman mezarlığın duvarında oturur, mezarlara bakar, mezar taşlarında yazan isimleri okumaya çalışırdık. Birileri kabir ziyaretine gelmişse onları seyrederdik. Kimisi elindeki mushaftan kimisi de ezberden dualar okur, mezarın etrafını temizler ya da yanlarında getirdikleri suyu toprağa döker ve çok oyalanmadan çekip giderlerdi. Gidenin geri gelmediği bu mekânda kimsenin de uzun kalmaya niyeti yoktu. Efendimiz’in, “Kabirleri ziyaret ediniz bu size ahreti hatırlatır.” hadisini düşününce insanların ahireti ve ölümü düşünüp tefekkür etmeleri gerekirken ölümden ve kabirden korkup mümkün olduğunca uzak durmayı tercih etmeleri de ayrı bir mesele. Devir itibariyle ölüm ve ahiret hayatı için yapılan ilahi öğütlere kulak asan pek azdır. Hızlı hızlı yapılan kabir ziyaretleri çoğu zaman bir adetten öteye gitmeyen bir alışkanlık haline gelmiştir. Yunus ne güzel söyler;
“Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Kiminin başında biter ağaçlar
Kiminin başında sararır otlar.”
Evde veya sokakta oynarken gözümüze takılan mezarlık ziyaretçilerini tarassut altında tutarak tetikte beklerdik. Mezarlığa gelenlerin yanlarında şeker ya da hediye bir şeyler olduğunu tahmin eder, onların ziyaretlerini bitirip gitmesini beklerdik. Ziyaretçiler gittikten sonra kabrin başına yıldırım gibi koşardık. Ziyarete gelenler mezarın üzerine ya da bir köşesine şeker koyarlardı. Mezara koyulan şekerleri toplar cebimize doldururduk. Şekerleri almanın sevinciyle mezarlığın dışına çıkar rengârenk şekerlerin tadına bakardık. Toplumumuzda sadaka niyetiyle yapılan bu davranışın semeresini biz çocuklar yerdik. Keşke tüm gelenekler böyle tatlı olsa. Hem ağzımız tatlanırdı hem de gönlümüz şen olurdu. Kabirdeki ölü kalkıp getirilen şekerleri yiyemezdi ama o sevincimizi görüp belki mutlu olurdu.
Zorunlu olarak çıktığımız bu hicret diyarında Zatitova adında bir köyde otuz senedir terk edilmiş fiyatı düşük bir ev buldum. Sahibi elinden çıkarmaya çalışıyordu. Ama evin mezarlığın yanında olmasından dolayı gelenler mezarlığı görünce almaktan vaz geçiyorlarmış. Bahçede büyük elma ağaçları ve yol kenarında iki buçuk dönüm arazi içerisine yapılmış ahşap bir ev, güzel bir su kuyusu ve yanında sebze ekilecek bir alan vardı. Evin yanındaki mezarlar evimizden daha konforlu ve modern görünmekteydi. Siyah ve renkli mermerler, parlak metal korkuluklardan yapılan mezarlar bir mezarı değil de adeta oturma odasını andırıyordu. Kabirlerin etrafına oturma yerleri yapılmıştı ve süslü çardaklı mezarlar bulunmaktaydı. Ben ve ailem mezarlığın evin yanında olmasını problem etmedik ve almaya karar verdik. Aldığımız ev Sovyetler Birliği döneminden kalma eski bir evdi ve çok fazla yıpranmıştı. Uzun uğraş ve çabalar sonucunda oturulabilir hale getirdik.
Evin eski sahibi de yan taraftaki mezarlığa defnedilmişti. Bir zamanlar bu evde yaşarken şimdi iki metrelik bir çukurda zorunlu ikametini yapmaktaydı. Ondan önceki mal sahibi de yan tarafa taşınmış açıkçası hepimizin gideceği son durakta beklemekte. Hani bir deyim vardır,“Gelin gelmedik ev olur da ölüm gelmedik ev olmaz.” diye. Üç artı bir evlerin bize dar geldiği dönemden tek göz köy evine sığdık. Burası da küçük gelmekte ama iki metre karelik çukura girince ne düşünürüz bilmem artık. Hani bir söz var ya “ Mal sahibi mülk sahibi/ Hani bunun ilk sahibi/ Mal da yalan mülk de yalan/ Var biraz da sen oyalan.” hesabı burada bir süre de biz oyalanacaktık. Mezar taşları üzerine işlenen resimlerden ölen kişilerin yüzlerine aşina oldum ve hatta bir iki tanesiyle arkadaş bile oldum. Her geliş gidişte selamlaşıp konuşmaya başladım. Tam evin bahçe kapısının karşısında duranın adı Manyuk idi. Çok genç yaşta ölmüş, resminden anladığım kadarıyla karizmatik bir adammış. Karı koca yatmakta olan Şişlo ailesi de sevimli görünmekteydi. Diğerleri bu dünya sahrasına bir uğrayıp gidenlerdendi. Ne yaptılar ne ettiler bilemem. Beraberlerinde ne götürdüler Allah bilir. Ama onlar da bu dünyadan bir süre nasiplenip gittiler. Bu işin sırası yok, vakti gelen gidiyor. Hayat dediğin şey doğum ile ölüm arasında geçen bir nefeslik andır. Sonrası bir çukurda hesabın gelmesini bekler durursun. Hesap fişi gibi dikerler başına bir taş ya da bir kazık, kalkmayasın diye atarlar toprağı bağrına. Düşün dur “Ben ne yaptım? Ne ettim? Kesemde nelerle geldim.”
Akşamları yatağıma yattığım zaman onlarla aramda sadece bir duvar olduğunu fark ettim. Duvarın arkasında bir zamanlar bizim gibi nefes alan, yiyip içen insanları düşününce onlardan çok farkımın olmadığını düşündüm. Allahüâlem belki de onlar diri biz ölüyüz ne bilelim. Mezarlıktan dolayı sokağımızın gelen gideni çok olmaktaydı. Bir gün eşim komşumuz Zoya’nın yolun kenarındaki mezarın üzerine çikolata koyduğunu söyledi. Mezar ziyaretini bitiren komşumuz gittikten sonra çocukluğumdan kalma refleksle kendimi mezarın başında buldum. Ama hiç beklemediğim bir manzara vardı. Mezar taşının önünde sadece bir gofret, bir bisküvi ve çikolata vardı. Hepsi ambalajsız ve açığa bırakılmıştı. Diğer yandaki mezara da bir elma bırakılmıştı. Çikolata toplama hayallerim suya düşmüştü. Şaşkınlıkla ilerlerken kapının yanındaki mezara da bir bardak içki ve kurabiye konduğunu fark ettim. Sonradan anladım ki bu yiyecekler ölen kişilerin hayattayken sevdikleri şeylermiş. Ölen kişinin yakınları onlara sevdikleri şeyleri getirip mezarının başına koymaktaydılar. Bizdeki gibi çocuklar alsın da sevinsin diye bir olay yoktu. Sonraki günlerde de ölü yakınları düzenli olarak mezarlığa gelip mezarın üzerindeki otları biçip yapma plastik çiçekler ve küçük tabaklara yiyecekler koyup gitmekteydiler. Bazı kimseler de mezar başında içki içip kendi dillerince konuşuyorlar ve mezar taşlarının yanında duran kadehlere de içki dolduruyorlardı. Onları hayretle seyredip anlamaya çalıştım. Ölüm denen olgu din, ırk, güzel, çirkin demeden herkesin başına gelmektedir. Burada ölenlerin ölümü nasıl karşıladıklarını bilmiyorum ama geride kalanların, gidenlerin arkasından yaptıklarını seyrettim. Herkes ellerinden geldiği kadar vazifelerini yerine getirmektedirler.
Açıkçası fani olan bizler bu dünya denen, canlar öğüten değirmende yaşam macerasında iyi ya da kötü bir şekilde bize tanınan süreyi doldurup tamamlayıp ebediyete intikal etmekteyiz. Şair Cinânî’nin dediği gibi, “Dünya yol üzerinde kurulmuş eski bir konaktır. Bu dünya konağına yerleşmek anlamsızdır. Buranın adı gam kapısıdır. Kişi burada sevinç ve neşe bulamaz. Keder, tasa ve gam ile dolu olan bu dünyada aksini beklemek beyhude olsa gerektir.”
“Reh-güzâr üzredür bu köhne ribât
İtme ey gâfil anda bast-ı bisât
Dâr-ı gamdur bu ‘âlemün nâmı
Anda mümkin degül sürûr u neşât”
…