Ben bir öğretmenim. Bazı kitaplar vardır, kapağını kapattıktan sonra bile uzun süre seninle kalır. Uğur Demircan’ın Kilim adlı romanı da benim için öyle bir kitap oldu. Sessiz sedasız başlayıp, insanın iç dünyasına yavaş yavaş işleyen, yer yer sarsan ama hep derinden anlatan bir hikâyesi var. Kitapta da bir öğretmenin hikayesi anlatılıyor.
Kitabın ismi Kilim, ama burada bahsedilen sadece yere serilen bir halı değil. Demircan, kilimi bir anlatı aracı olarak kullanmış. Her desen, her motif birinin hikâyesi gibi. Hele kadın karakterlerin dokuduğu kilimlerin, onların hayatına, geçmişine, acısına nasıl bağlandığını gördükçe insan daha da içine çekiliyor.
Kitapta en çok dikkatimi çeken şey, kadın karakterlerin sessiz ama güçlü duruşuydu. Fazla konuşmuyorlar belki ama her davranışlarında, her susuşlarında bir anlatı var. Sanki diller yerine eller konuşuyor – ilmek ilmek örülen kilimlerde gizli bir başkaldırı var. Kadının gücünü yine hissediyorsun.
Romanın dili sade ama şiir gibi akıyor yer yer. Ne süslü ne kuru. Anadolu’nun kokusu var satırlarında. Zaman zaman yerel ifadelerle, bazen bir deyimle o kadar güzel atmosfer kuruluyor ki, karakterlerle birlikte ben de oturmuş gibi hissettim köy evinin avlusuna. Belki de bu aralar memleketi çok özledim onun da etkisi olabilir.
Kitap, klasik bir başlangıç-gelişme-sonuç sırasıyla gitmiyor. Geçmişle bugün iç içe geçmiş. Başta biraz karışık gibi gelse de, bir süre sonra bu anlatım tarzı o kadar yerinde geliyor ki, “başka türlü anlatılsa olmazdı zaten” diyorsun. Tabi bu bana göre.
Kilim, sadece bir roman değil; Anadolu kültürüne, kadınların görünmeyen emeğine, sessiz çığlıklarına dair çok şey anlatan bir metin. İçinde ağır dramlar yok belki ama yavaş yavaş içine işliyor. Bitirdiğinizde bir sessizlik bırakıyor – öyle hüzünlü bir sessizlik değil, daha çok “düşünme” sessizliği.
Kime öneririm? Kültürle, gelenekle harmanlanmış, karakter odaklı, sakin ama derinlikli hikâyeleri seven herkese. Kitabı, romanı seven herkes sever bu kilimi.