Zeynep Gülşen
Yeşil boyalı prefabrik barakanın duvarına çizilmiş açık ve koyu kahverengi bir resim gibiydi. Uzaktan bakınca bu üç boyutlu resimden sadece dizleri dışarı çıkmış hissi uyandırıyordu. Ressamın fırçasından saçılmış kederlerle baş edemeyeceğini anlamış da parkeli bir heykele dönüşmüş biriydi belki de. Ne zaman dışarı çıksam hep orada ve aynı şekilde idi. Duvarın dibine çömelmiş; bir eli başında, bir elinde tüten sigara.
Kaldırım taşlarından oluşan zeminin üzerinde iki beyaz yuvarlak şeklin önünde mekâna sessizce döküyordu kelimeleri. O dairelerin içinde renkli noktalar vardı. Sanki iki çocuk oynuyordu biraz önce şimdi yoklardı. Ve derin bir yokluk hissi. Adam onların gidişinden veya yokluğundan duyduğu elemi sigara dumanıyla birlikte çekiyordu içine. Yokluk rüzgarlarına karşı kendini ispatlamak için inatla durmayı deniyordu sanki. Hiç beklemediği bir anda ruhunu sarsan bir çığlıkla zamana karşı duyarsızlaşmış mıydı? İçine çöken insan tortularından dolayı yorgun mu düşmüştü? Yoksa terk edilmiş bir kalp yalnızlığı mı? Kim bilir.
Barakanın yeşil renkli duvarından ıstırabı uzuyordu geçme taşlarla örülmüş yolun soğuğuna. Onlarca kat ulanıyordu taşlara sonra toprağa. Acısı, kederi yüreğiyle birlikte düşmüştü yollara. Bu yüzden yeşermemişti baharlar. Isıtmıyordu güneşin ayazı. Soğutmuyordu kışın alazı. Toprağın kokusunda teselli arıyordu. Saatlerce bakıyordu önündeki boşluğa. Duyar mıydı kokusunu? Görür müydü hayalini? Belki ay yüzlüsünü arıyordu yalnızlığın kenarındaki derin uçurumlara açılan anlamsız boşlukta.
Hava soğuk. Rüzgar kırbaç gibi. Güneş ışığı, sadece ışık. Yer gök anlaşmış, “Kimse dışarı çıkmasın.” diyor. Ama o yine aynı yerinde. Sigara iki parmağının arasında. Zamanın hükmü yok. Her şey güneş vuran bir duvar kenarı onda. Konuşmuyor hiç yaşlı adam. Yüzünün hüznü yansıyor habire yerdeki betona. Gelip geçenler oluyor yanından. Kimileri hissediyor onun ıstırabını. Gölgesi duvara yansıyor adamın ama görünmüyor fazla. Yaşlı adam duvarın dibinde bir resim kadar. Selam verenler oluyor. Başını hafifçe kaldırıyor, mutlu oluyor. Bir çocuk gülümsüyor, ısınıyor içi muvakkat. Tahammül mü? Ne kadar zor. İnsan yalnızlıkta nereye kadar?
O ara iki kuş kondu renkli noktalar olan dairenin içine. Adam cebinden bir şeyler çıkardı attı daireye doğru. Kuşlar hemen kapıştılar atılanları. Alışmışlar meğer. Hiç korkmadılar. Adam sigarayı yeniden götürdü dudaklarına, dumanı iyice çekti içine. Gözünde tüllendi zaman.
…
Minik kızı Kamer açtı kapıyı.
“Baba bana ne getirdin?” diye sordu heyecanla.
Adam kızına baktı, özlemişti onu. Elindeki paketleri koridora bıraktı. Kamer’ini kucakladı.
“Bil bakalım.” dedi gülümseyerek. Kamer “Hetaliye” diyerek sarıldı babasının boynuna. “Yanında dondurması da var.” diye ekledi adam.
…
Güneş çıkınca çocuklar da eksik olmuyordu kampın oyun alanlarında. Gözleri oynayan çocuklara takıldı adamın. Bulutlanan gözlerini sigara dumanına gizledi. Derin bir nefes daha çekti. Kızıl saçlı kız çocuğuna baktı. Yedi, sekiz yaşlarındaydı. “Hetaliye tatlısını çok severdi” dedi içinden. Kelimeler kor oldu yaktı içini. Dumanlar çıktı sonra ağzından, burnundan. Gözlerini sildi elinin tersi ile.
Hayat acımasız demek istemiyorum ama insanlar neden hayatta iken ölür ki? Adamın içi dışı tabut desem yeridir. Sükut eden mezar taşına umut kazınmış sadece. Hayatla irtibatı o kadar. Bulut var bir de üstünde. Keder yaşları damlıyor toprağa.
Sonradan öğreniyorum adamın hikayesini. Her şeyini bırakıp kaçmak zorunda kalmış. Zalimler baş belası olmuş. Zulmün vicdanı da olmaz merhameti de can da tanımaz, canan da. Geçer mi zaman, biter mi ömür, kavuşur mu insan? Minik Kamer’ini kaybetmişti en son. Cansız bedenini kucağında taşımıştı. Sonra da yanında rahat etsin diye anacığının yanına bırakmıştı elleri titreyerek, yüreği üşüyerek. “Ama sen üşüme ne olur Kamer’im!” demişti nefesi kesilerek.
Adam kalktı bir ara heyecanla oturduğu yerden. Korku dolu gözlerle baktı etrafa. Sonra sakinleşti ve yeniden oturdu eski resim halinde. Neler yaşadı o an kim bilir. Bombalar yağıyordu gökten. Sesler kulaklardan önce yürekleri patlatıyordu. Ölüme yol vermişti bir kere karanlığın gözleri. Anneler vardı enkazlar altında. Bebekler can veriyordu annelerin kucaklarında. Çaresizlik kor ateş, yakıyordu dört yanı. Acılar soldurmuştu tüm güzel renkleri. Toprak kurşun renginde. Gökyüzü kızıl kıyamet. Rüzgar kan kokuyor.
Adam sigara izmaritini ayağının altında ezdi. Az bekledi. Sonra bir sigara daha yaktı. Güneş henüz gitmemişti. Gölgeler uzadıkça uzuyordu.