Hürriyeti sevmeye ve hissetmeye muktedirsen şayet,
Konuşmamız için söze ne hacet.
Ben senin iç çekişlerini, sen benim göz yaşlarımı anlayacaksın
Ve sıkacaksın elimi – işte Polonyalının dili.
1855 yılının 30 Aralık günü, içinde Adam Mickiewicz’in naaşının bulunduğu tabut, İstanbul’da bir kağnının üzerinde, yağmurun altında, çamurlu, dar sokaklardan geçerek ağır ağır Pera Yokuşu’nu tırmanıyordu. Yürüyüş kolunun önünde orkestra, cenaze marşını çalarken onun peşi sıra birçok milletten insan omuz omuza yürüyordu. Tabut, cenaze ayini için Pera’daki Katolik kilisesine getirildi. Ancak yağmurun çiselediği soğuk havada insanlar dağılıp gitmedi. Kortej, Pera’dan Tophane’ye ulaştı; burada bir sandala konulup “Fırat” posta gemisine gönderildi ve Adam Mickiewicz’in naaşı Fransa’ya doğru denize açıldı.
Adam Mickiewicz, Polonya’nın komşuları tarafından parçalanmasından birkaç yıl sonra, 24 Aralık 1798 tarihinde, günümüzde Belarus sınırları içinde olan eski Polonya kenti Novogrodek’de doğmuştu. Polonya-Litvanya Devleti’nin toprakları iki işgalle aşama aşama Rusya, Avusturya ve Prusya devletlerinin eline geçmişti. Ama 1795’teki üçüncü işgalde ülke tümüyle haritadan silinmiş, bu büyük güçler arasında tamamen paylaşılmıştı.
Mickiewicz, haksızlığa uğramış ve türlü baskılarla karşı karşıya kalan halkının duygularını, çok genç yaşlarından itibaren, şiir diline dönüştürmeye başladı. Polonyalılarda özgürlük için mücadele ateşini körükleyici eserleri daha genç yaşlarında iken geniş bir okuyucu kitlesi buldu. Ulusunun acılarını şiirleştirdiği “Atalar” adlı destanını 21 yaşında kaleme aldı. Hem bu manzum destan hem de diğer eserleri dünya klasikleri arasında sayılmaktadır ve birçok dile çevrilmiştir.
Adam Mickiewicz, yalnızca bir dava şairi değil, aynı zamanda yurdunun özgürlük mücadelesi içerisinde görev üstlenen bir dava adamıydı. Polonya’nın özgürlük mücadelesini desteklemek için, 1819 yılında okuldaki arkadaşlarıyla birlikte bir gizli bir örgüt kurdu. Bu örgütün adı “İlim Aşıkları” idi. Zaman zaman toplantılar yapılıyor, bu toplantılarda şiirler okunuyor, öğrenciler çok çeşitli konular üzerine tartışmalar yapıyorlardı. Dolayısıyla, örgütün faaliyeti görünüşte bir fikir kulübü etkinliğiydi. İlim Aşıkları örgütünün 1823 yılında Çarlık Rusya’sı tarafından kapatılmasından sonra okul arkadaşlarından biri Amerika’ya, diğeri İran’a göç etti. Birçoğu Fransa’ya sığındı. Mickiewicz, önce Vilnius’da bir manastırda hapis tutuldu. Ardından yargılandı ve 1824’te bazı arkadaşlarıyla birlikte Sibirya sürgünü cezasına çarptırıldı. Şair, ilk gençlik yıllarından itibaren bu komitacı yaşantısını İstanbul’daki ölümüne kadar sürdürdü.
Şair artık vatanından uzakta, ama kalbi her an vatanı için çarparak yaşayacaktı. 1825 yazında Kırım’a yaptığı yolculuk, onun Türk kültürüyle ilk yakın teması olmuştur. Bu gezi, „Kırım Soneleri” adlı eseri meyve verdi. Buradaki bazı şiirlerde şair, Goethe ve Byron’da da görülen Doğu motiflerini birçok Doğu kökenli sözcük kullanarak ilk kez şiirine sokmuştur. Bu sözcükler içerisinde, örneğin “Çadırdağ” sonesinin içerdiği “minare”, “yeniçeri” ve “padişah” gibi Türkçe sözcükler de bulunmaktadır.
Şair 1829 yılında Rusya’dan ayrıldı ve Polonya’nın bağımsızlık davası için İtalya, Almanya, Macaristan ve Romanya’daki Polonyalı göçmen toplantılarına katıldı. Sürgün yıllarının çoğunu, Paris’te profesörlük yaparak, bir taraftan da Fransa’ya sığınan Polonyalı ihtilalcilerle iş birliği içerisinde çalışmalar sürdürerek geçirdi. Bu dönemde şiir ve yazılarının ana teması, bağımsızlığını yitirmiş ulusların savunulması ve insani duyguların dünyanın her yanına hakim olabilmesidir. Şu mısralarda onun bu düşüncelerinin izi görülür: „Ben kendimi milyon sayarım. Çünkü, milyonlarca ezilmiş insanın ıstırabını çekiyorum.”
Paris Hayatı
Başarısız olan 1830 Kasım Ayaklanması sonrasında Adam Mickiewicz Fransa’ya gitti. Fransızcayı bir hatip kadar, olağanüstü derecede iyi konuşmaktaydı. Dönemin Fransa Milli Eğitim Bakanı, üniversitede bir Slav Edebiyatı kürsüsü kurdurdu ve orada şaire hocalık görevi verdi. Üniversitedeki görevini sürdürürken, bir yandan da Fransa’da yaşayan Polonyalıların örgütlenmesini sağlamaya çalıştı. Bu amaçla İsviçre’ye gitti, ardından Roma’ya geçti ve orada da bir süre Slav Dili profesörlüğü yaptı. Tekrar Paris’e dönerek “Ulusların Kürsüsü” adlı bir dergi çıkartmaya başladı. Dergi, var olma hakları ellerinden alınmış, zulme uğratılmış bütün halkların sözcülüğünü üstlenmekteydi.
İstanbul Hayatı
Kasım Ayaklanmasının ardından olumsuz şartlarda, Polonya’nın özgürlüğü için „Şark Meselesi” denilen durumdan yararlanma siyasetini geliştiren göçmen grubu, Prens Adam Czartoryski etrafında, Paris’te, Lambert Otel adıyla toplandı. Bu grup, Avrupa’nın yeniden yapılanması sürecinde Polonya’nın özgürlüğüne kavuşacağını öngörüyordu. Ayrıca; Türkiye’nin Polonyalılara karşı iyi niyetli tutumu bilindiğinden, Türk hükümetiyle bağlantı kurulması kararı alınmıştı. Osmanlı-Rus anlaşmazlığı da uzun bir süredir devam etmekteydi. 1853’te Kırım Savaşı patlak verdi. İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında yer aldılar. Bu üç büyük gücün, Çarlık Rusya’sını yenilgiye uğratabileceği ve böylece Polonya’nın da bağımsızlığına kavuşabileceği umudunu doğurmuştu. Polonyanın yurtsuz kalan askerleri, bu savaşta Ruslara karşı Türklerle omuz omuza çarpışacaktı. Adam Mickiewicz, 1855’de İstanbul’a geldi. Amacı, 1848 yılında Osmanlı Devleti’ne sığınan Polonyalıların durumunu incelemek ve Kırım Savaşı’nda onların Türkiye safında yer almalarını sağlamaktı. Osmanlı Devleti’nde, Polonyalı Kazaklardan bir askeri birlik kurulmuştu. Birliğin komutanlığına ise Polonya asıllı Michał Czajkowski atanmıştı. Czajkowski daha sonra Müslüman oldu ve Sadık Paşa adını aldı, Sadık Paşa, Adam Mickiewicz’in çok eski bir dostuydu. O da Mickiewicz gibi bir yazar ve şairdi.
Paris’ten Türkiye’ye yapılan çok pahalı yolculuktan sonra içine düştükleri maddi sıkıntı, şair ve arkadaşlarını mütevazi bir yaşantıya zorluyordu. İstanbul’da ikamet eden Polonyalılar birkaç defa yardım teklifinde bulunmuşlardı ama Mickiewicz bu yardımları kabul etmek istemedi.
3 Ekim 1955 günü Burgaz’a doğru yola çıktı. Orada savaşa hazırlanan Polonya birliklerini ziyaret etti. İstanbul’a döndüğünde ağır hastaydı. Olumsuzluklara rağmen, Mickiewicz İstanbul’da bulunmaktan memnundu. Sağlığının bozulması dışında, burada kendini Fransa’da olduğundan daha özgür hissediyor, bu doğu ülkesini gelenekleri ve görünümü açısından kendi yurduna daha yakın buluyordu:
„ Burada kesinlikle hoşunuza gidecek bir şey var ki, o da dürüstlük ve satıcıların ılımlılığı. Bu kentin büyük pazarlarını gezerken sizi düşündüm. Kimse beni içeri davet etmedi. Hiçbir ilan ya da reklam yok. Sokulup mallara baktım, bu sırada dükkan sahibi, varlığımdan habersizmiş gibi davrandı. Sorduğumda, malın fiyatını söyledi ve tekrar derin düşüncelerine daldı. Türk parasıyla sorunum olmadığından, malı bana kredi olarak önerdi. Hayatımda ilk kez alışveriş yapmaya niyetlendim.”
Mickiewicz’in aslında epey bir süredir midesinden rahatsız olduğu ve sağlığına daha fazla özen göstermesi gerektiği biliniyordu. Burgaz’daki koleralı hastalara geçmiş olsun ziyaretinde kaptığı hastalık onu 10 gün gibi kısa bir süre içerisinde ölüme götürdü. Hastalığının kolera olduğunun ve bu hastalıktan kurtuluşu olmadığını biliyordu. Polonya’nın özgürlük davası uğruna Türkiye’ye gelmiş ve başında bekleyen vefalı arkadaşlarına şu son sözlerini söyledi:
”İstanbul’da, koleradan öleceğimi önceden bilseydim, yine de buraya gelirdim. Çünkü bu benim görevimdi. Ben, Fransa’da bir ilim akademisinin genel sekreteri olmaktansa, bir Türk taburunun katibi olmayı tercih ederim. Polonya’nın, komşu düşmanlar tarafından ezilmesine hiçbir devletin ses çıkarmadığı günlerde, tek dostumuz Türkler olmuştur. Biz Türkleri düşmanımızın önünde eğilmediği ve Polonya’nın işgalini kabul etmediği için, üstün bir millet olarak severiz.”
Vefatından sonra çıkartılan iç organları, yaşadığı binanın bodrumuna gömüldü. O zamanki usule göre tahnit edilen cesedi, Fransa’nın Türkiye’deki elçiliği vasıtasıyla Paris’e gönderildi. Zira şair, her yerde III. Napolyon’un misafiri sayılıyordu. Mickiewicz’in naaşı Paris Madlen Kilisesi’nde yapılan bir törenden sonra, orada toprağa verildi. 1890 yılında da Paris’teki mezarı açılarak, kemiklerinin bakiyesi Polonya’ya gönderildi. Krakow’da bulunan Wawel Kraliyet Şatosu Kilisesi mezarlığına gömüldü. Altmış yıllık vatan toprağı hasreti, belki böylece dindirildi. Cansız bedeni üç farklı şehirde, üç farklı toprağa karışmıştır. İstanbul, Paris ve Krakow şairin hatırasını topraklarına karıştırmış, onun evrenselliğini belgeleyen şehirlerdir.
Şairin İstanbul’da vefat ettiği bina yangında yok oldu. Bu binanın yerine yapılan binada şairin vefatının 100. yıldönümünde, 1955 yılında, Adam Mickiewicz Müzesi hayata geçirilmiştir. Aynı zamanda binanın bodrumundaki bir oda da şairin sembolik kabri olarak belirlenmiş, odaya bir haçla birlikte bir hatıra levhası yerleştirilmiştir.
Prof. Dr. Zafer AYVAZ