ALİ CÖRE
Taksici akşam olunca arabasına biner Varşova caddelerinde, sokaklarında ve hatta en ücra köylerine kadar gezinir dururdu.
Gecenin karanlığı şehrin üzerine çökünce tek başına kalır, sessiz ve kimsesiz, göz kapakları ağırlaşana kadar pes etmeden çalışırdı. Bazen öyle olurdu ki “Bu yolcu son olsun.” diye aldığı müşteri onu evinden onlarca kilometre uzağa, ıssız ve sessiz, sisli ve karanlık ormanların arasına alıp götürüverirdi. O kendini zar zor evine atar, yorganını başına çeker, memleket hülyalarıyla uyuyakalırdı.
Bir gece gözlerini kapatıp İstanbul’da ezan sesleriyle açmak arzusuyla iç çekerek dalar giderdi. Bu en büyük duası olmuştu artık.
Varşova’da her yıl bu vakitler bütün caddeler, sokaklar, en ücra yollar bile süslenir, ışıl ışıl masalsı bir havaya bürünür tüm şehir. Rönesansın mimari izlerini taşıyan binalar, yer yer orta çağdan kalma eski yapılar, Arnavut kaldırımlı eski sokaklar bile göz alıcı ışıltıları ile içindeki insanları karasal iklimin soğuğuna rağmen ısıtır, kendinden geçirir.
Sadece caddeler, sokaklar değil park ve bahçelerdeki ağaçlar bile ışıklarla sarılıp o büyülü gecelerde gelin gibi süzülürler. Caddelerdeki parıltılara, kar tanelerine kahkahalar karışır, ışıklar yıldız gibi yere süzülür.
Polonyalılar her mevsimi son demine kadar yaşar, her kutlamayı zirvelere çıkarır. Kış mevsimi de böyle yaşanır burada.
Aralık ayının son haftasında kutlanan Noel (Christmas) bayramı için neredeyse kasımdan itibaren hazırlıklar yapılır. Bütün şehir hazırlanır, her yerde her adımda iş yerleri ve evlerde Noel coşkusu yaşanır. O haftalarda özel tramvaylar bile çıkar yollara.
Özenmiyor değildi hani onlardaki bu coşkuya. Mezar ziyaretleri, kilisedeki ibadetleri, büyüklerin gönüllerinin alınması, aile sıcaklığında toplu yemek masaları, ona hep memleketini hatırlatırdı. Ya mezarlıkların temizlenmesine, süslenmesine, mumların bırakılmasına ne demeli? O sanıyordu ki mezarlarda mum yakmak sadece doğu kültürüne ait batıl bir adet.
Bir buradaki çoşkulu Noel kutlamalarını ve bir de ülkesindeki bayramların sönük ve cılız geçiştirilmesini düşündü. Yani hak etmiyor muydu bir Noel gibi kutlanmayı o bayram günleri? Sadece üç-dört günlük tatil modunda geçirmek haksızlık değil miydi mübarek günlere? Neden sadece camilere hapsedilir, minarelerine asılırdı o çoşku? Neden bütün caddeler, binalar, evler, ağaçlar bu çoşkudan nasiplenmesinlerdi ki? Daha da fazlası hakkı değil miydi o bayramların?
O akşam Taksici bir çift müşteri aldı. Ellerinde borcam tepsilerle bindiler. Önce lehçe konuşan çiftler navigasyondaki Türkçe yol tarifini duyunca taksici ile Türkçe konuşmaya başladılar.
“Neredensin abi” dedi Polonyalı erkek.
“İstanbul’dan.”
Genç hanım hemen atıldı:
“İstanbul’un neresindensin abi?”
“Ümraniye’den.”
“Aa ben de Maltepe’den. Eşim Polonyalı.”
Sonra nasıl tanıştıklarını anlattı genç hanım. Öğrenciyken gelmiş buraya, üniversitede beraber okumuşlar. Sonra buraya yerleşmişler. Arada bir Türkiye’ye gidip geliyorlarmış.
Taksici için Türkçe konuşan müşteriler gecenin sürpriziydi. Radyonun sesini iyice kıstı. Bir gözüyle yola baktı ama çoğunlukla dikiz aynasından arkadaki çifti izledi. Adam klasik bir slav erkeği. Sarı ve uzun saçlı, sarı sakallı, yeşil gözlü, yüz hatları sanki heykeltraş yontmasıyla oluşmuş gibi pürüzsüz ve orantılı. Hanımefendi ise klasik Türk kadınıydı. Orta boylu, zayıf, kara kaşlı, kara gözlü ve omuzlarına düşmüş kara saçları ile tipik Anadolu kızıydı.
Yol boyunca sürekli konuştu kadın. Noel ile ilgili onların adetlerini anlattı. Türkiye’deki bayramları çok özlediğini, Türk yemeklerini çok aradığını, buradaki Türk restoranlarının tam manasıyla Türk mutfağını temsil etmediğini söyledi. En çok da yaprak sarmasını, el açması su böreğini, bayram sabahlarını ve bayram günlerinin baba ocağındaki coşkusunu çok aradığını anlattı. Annesini covid zamanı kaybettiğini, o zamanki seyahat sınırlamasından dolayı cenazesine gidemediğini söylediğinde gözünden yaşlar boşandı. Geçen yıl bir telefon ile babasının da kalp krizinden vefatını öğrendiğini ağlaya ağlaya dertlendi. Taksici de kendi annesinin vefatını ve mezarı başında bulunamadığını söyledi.
Taksici içerideki hüznü dağıtmak için başka konulara girdi. Hanımefendinin susmasını istemedi. Sık sık aynadan ona “Evet ya…”, “Gerçekten de…” filan diyerek dinlediğini göstermek için başını salladı. Sanki artık göremeyeceği memleketinin bir pınarını, yağmurunu, bir şiirini dinliyormuş gibi hem neşeli hem gamlı dinledi. Geride bıraktığı hayatını, kaybettiği dostlarını, ailesini, terkettiği evini, yaptığı işlerini ve aldığı ünvanlarını, imkanlarını düşünerek ruhu yana yana dinledi. Sohbetin bitmemesi için arada bir ayağını gazdan çekti, hızını düşürdü.
Kadın:
“Abi sen nasıl düştün bu soğuk ve ruhsuz yere?” dedi.
Taksici karı koca emekli olduklarını, çocuklarını Avrupa’da okutmaya niyetlendiklerini anlattı. Kadın:
“Gidip geliyor musunuz?” diye sordu.
“Huzur mu kaldı ki memlekette?” diyecek oldu Taksici ama bu soruyu geçiştirdi. Başka konulara getirdi lafı. İstanbul’daki o Temmuz akşamı yaşadığı kaosu hatırladı. Kulaklarından hiç eksilmeyen, gece boyunca uçuş yapan uçakların seslerini tekrar duyar gibi oldu. Fakat sonunda yolculuk bitti. Usulca arabasını sokak kaldırımına çıkardı. Lambayı yaktı. Taksimetrede yazan ücrete baktı. Bunları son derece yavaş bir şekilde yaptı. Kadının kocası elini cebine attı. Taksi parasını ödemeye yeltendi. Ancak Taksici adamın elini iterek parayı geri çevirdi.
O sırada kadın titrek sesi ile müdahale etmek istedi:
“Abi olur mu öyle şey gecenin bu saatinde, ekmek parası için saatlerce bu yollarda…”
Taksici kadına döndü göz göze geldiler. Taksicinin parayı geri çevirmesi onu derinden etkiledi. Bu tam bir Anadolu içtenliği idi. Kara gözlerinden elmas gibi gözyaşları yanaklarından aşağı karanlığın içinde ışıldayarak indi. Sanki çorak topraklara düşen yağmur damlalarının sesleri gibi kadının göğsünden pıtır pıtır hıçkırıklar yükseldi.
“Ağlama ya, ağlama ablacım. Bak ben yufka yürekliyim şimdi ben de ağlarım.” dedi. Başka ne diyeceğini bilemedi.
Tabii zor bir hayat seçmişti hanım kız. Dini farklı, dili farklı, kültürü farklı bir yer. Sevgi, aşk da bir yere kadar. Bütün dünyayı içine alan insan kalbi, bir kişinin sevgisiyle nasıl dolardı? Anne-baba, bacı-kardeş, hısım-akraba, memleket-millet sevgisi de yok mu? Onların yerine neyi koyar ki insan?
Taksici yolcularını indirdi. Bir sokak öteye geçti. Kontağı kapattı. İşi bitirdi. Direksiyona yaslanıp derin bir nefes aldı. Ama o nefes kalbindeki sıkışmış hüznü dağıtmak yerine gözlerindeki yaşları serbest bıraktı. İçindeki ağırlık ise giderek büyüyordu. Memleket özlemi mi yoksa bir çift kara gözde gördüğü içtenlik mi onu böyle darmadağın etti. Telefonundan bir Türk kanalı buldu. Müziğin sesiyle çocukluğunun sokaklarında dolaştı. İstanbul’un yağmuru, rüzgârı ve sokakları içinde bir yerlerde hâlâ nefes alıyordu.