SEMİH DEMİR
Bir zamanlar izlediğim ama o zamanlar çok iyi anlamadığım Umudun Dili diye bir sinema filmi vardı. İzlemeyenler için tavsiye ederim. Yıllar sonra tekrar izlediğimde filimdeki kahramanın yerine bir nebze kendimi koyarak filmi daha iyi anladım. Filmin konusu İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçen bir hayat hikâyesidir. Nazi Almanya’sında Yahudilerin katledilmesini ve zulme uğramasını anlatan filimde, öldürülmemek için Yahudi olduğunu gizlemeye çalışan bir adam kendini İranlı olarak tanıtıyor. Adının Rıza olduğunu söylüyor. Filimde Rıza’dan kendisine Farsça öğretmesini isteyen bir Nazi subayı var. Rıza ne İranlı ne de Farsça hakkında bir şey biliyor. Ama ölmemek, yaşamak için Farsça ile hiç alakası olmayan Farsça diye kendi kendine yeni bir dil uyduruyor ve sonunda subay ve Rıza bu yeni dilde konuşmaya başlıyor. Filimde farklı konu ve temalar da mevcut. Nazi subayı Farsça öğrenmesi karşılığında Rıza’nın öldürülmesine engel oluyor. Savaşı Almanlar’ın kaybetmesi üzerine Rıza kurtuluyor Nazi subayı da İran’a gidiyor. Havalananda Farsça konuştuğunu sanan subayı hiç kimse anlamıyor ve aslında öğrendiği dilin Farsça olmadığı o zaman ortaya çıkıyor. Buraya kadar anlattıklarımdan amacım sizlere filmi anlatmak değil yaşamak için hayata tutunmaya çalışan bir insanın nasıl çırpındığına ve verdiği mücadeleye dikkat çekmekti.
Dünya genelinde birçok baskıcı rejim, zalim liderler, acımasız cuntalar gelip geçti ve zulmün devam ettiği, insanların can verdiği yerler halen bulunmaktadır. Dünyanın sonuna kadar da insan denen varlık, kendi özünü, insan olma vasfını yitirdiği sürece bu tür insanlık dışı rejim ve süreçler yaşanacaktır. Zulüm ve gaddarlık, insan ve yeryüzü var olduğu sürece de devam edecektir. Zulme uğrayan insanların yaşadıkları haksızlık ve acımasızlıklar karşısında verdikleri mücadelede, bizim için en önemli olan şey mağdur ve mazlum halkların oluşturdukları ortak dildir. Bu dile farklı tanımlamalar da yapılabilir. Ama benim için bu dil “Umudun Dili’dir”. Evini, şehrini, ülkesini, ailesini, çevresini yani zulüm gördüğü yeri terk eden insanlar bulundukları yerlerde, hayata yeniden başlamaya karar verdikleri anlarda hep umudun dilini konuşmaya başlarlar. Sarf edilen cümleler renkler ve dualar farklı görünse de aslında kelimelerin hepsi aynı anlamı taşımakta ve aynı rengi yansıtmaktadır. Zulüm sürecini yaşayan mağdur insanların en önemli ihtiyacı ve gayesi hayata tutunmak, yaşamak, bir lokma ekmek dahi olsa huzurla yiyebilecekleri bir yer ve başlarını korkusuzca sokabilecekleri bir dam altında olmaktır. Bunun yanında, yaşanan süreçlerde, birlikte olduğunu ve aynı zulme uğradığını iddia eden bir kısım insanların ise umudun dilini konuşmadıklarını fark etmek çok zor olmasa gerek. Umudun dilini konuşan insan çocuklarının, sevdiklerinin gözündeki mutluluk ışıltısını gördükçe huzur bulur. Geride bıraktığı her ne varsa çoğu zaman aklına dahi gelmez. Tek gayesi yaşamak ve yaşatmaktır. Ve hep o dili konuşur; “Bu günler de geçecek, güzel günler gelecek, az kaldı…” ve umudun diliyle söyleyebildiği her mutluluk ve insani vasıflarla yüklü cümleler, umuda hasret gönüllerin umut dilini oluşturmaktadır. Umudun dilinde insanlık, insaniyet vardır. Umudun dilinde var olmak, var etmek vardır. Umudun dilinde acı tatlı yaşanılan her şeyi paylaşmak vardır. Bir ekmeği bölüp dayanmak vardır. Kimisi Hz Yusuf (A.S) gibi zindanda, kimisi Hz Musa (A.S) gibi, Hz Muhammet (S.A.S) gibi hicret diyarında umutla, sabırla baharı beklerken başına gelenlere dayanmaya çalışır.
Kendimi yalnız hissettiğim bazı zamanlarda Taşlıcalı Yahya’nın beyti aklıma gelir. Bir nebze kendi kendime teselli bulurum. Yalnızlığımın ve içinde bulunduğum yokluğun acısını bir nebze hafifletmeye çalışırım. Bu dünyaya çıplak geldik çıplak gideceğiz beraberimizde ne götüreceğiz. Şimdiye kadar gidenler beraberinde ne götürdüler ki. Zaten dünyaya ağlayarak geldik ağlayarak da gideceğiz bir gün fazladan yüzümüz gülmüş ya da gülmemiş fark eden bir şey yok. Ha bir lokma fazla ha bir lokma eksik yemişiz. Ha bir hırka fazla ha bir hırka eksik giymişiz. Hepimiz anadan üryan gideceğiz ebedi yurdumuza.
Âdemoğlu âleme üryân gelir üryân gider
Nâle vü efgân ile giryân gelir giryân gider
Çevremizdeki bizden biri gibi görünen, dost meclislerinde bizimle ağlayıp bizimle gülen bazı dostlar vardır. Sizi anlamaz, işitmez, dinlemez çünkü o umudun dilini bilmez ve konuşmaz. Aynı dili konuşmadığınız için de yaraya merhem bulmak yerine yarasına merhem olmanızı ister. Biliriz ki o insan zulmü yaşamamış ve zalimle tanışmamış. Maddi ve manevi sıkıntı çekmediği için de dünyevi arzularının esiri ve müdavimi olarak hayatına devam etmektedir. Bu kimseler aslında umudun dilini konuşan insanlara bilerek ya da bilmeyerek yeni acılar yaşatan dost görünümlü zalimlerdir. Umudun dilini kullanan mazlum, çocuğunun boğazından geçen kuru ekmekle mutlu olur. Vefasız ise çocuğunun doğum günü pastasını daha iyi yapamadığına ve yattığı yatağı daha yenisiyle değiştiremediğine üzülür. Neden onlar tarafından anlaşılmadığına üzülür mazlum insan. Üzülmek aslında ne kadar anlamsızdır. Bu insanların insani duygu ve çırpınışları anlamamaları gayet doğaldır. Çünkü aynı duygu ve düşünce atmosferinde yaşamadıklarından aynı dili konuşamazlar. Aynı dili konuşmayan insanların da birbirlerini anlamaları çok güçtür. Açlık nedir bilmeyen insanların açın halinden anlamaları beklenemez. Yarın yiyecek bulabilir miyim diye düşünen insan ile bir tabak daha fazla nasıl yerim diye düşünen insanın kullandıklar diller birbirinden çok farklıdır. Biri umudun dilidir diğeri ise dünyevileşen varlıkların dilidir. Bir parça ekmek için gözyaşı döken çocuğa yeni aldığı telefonundan müzik dinleterek susturmaya çalışma gayretinin beyhude olduğunu anlayamaz. Çocuk açım dedikçe, gösterdiği yemek resimleriyle, çocuğun karnının doymadığını ve çocuğun ağlamasının geçmediğini ve gözyaşlarının dinmediğini fark etmeyecektir. Aç olan çocuk resimleri ve sesleri işittikçe daha da hırçınlaşır ve ağlar. Onu susturacak tek şeyin bir parça kuru ekmek olduğunu o dili bilmeyen anlamaz. Çünkü çocukla aynı dili konuşmamaktadır.
Gurbetin zorluğunu, yokluğunu annesine anlatan evlat, gözyaşı döker. Memlekete duyduğu özlemi, bulunduğu yerde çektiği sıkıntıları anlattıkça annesinden bir teselli ararken annesinin, kardeşinin ya da akrabalarından birinin aldığı yeni evi, yaptığı ihtişamlı düğünü, falanın oğlunun kolej parasını ödemekte zorlandığını, çift maaş aldıkları halde geçinemediklerini söyleyen yakınlarının dertlerini anlatması anne ve kızın artık aynı dili konuşmadıklarını göstermektedir. Telefonda aldığı yeni evin bahçesine oyun parkı ve trambolin yaptıramadığını anlatan kardeşin her trambolin dediğinde mazlumun göğsünde zıplayan kalbinin acıyarak sıkıştığını nereden bilecek? Aklının her bir köşesinde yarın kirayı nasıl vereceğini, faturaları nasıl ödeyeceğini düşünmesi ve dile getirmesi acı da olsa beyhudedir. Kardeşiyle aynı dili konuşmadıklarının bir göstergesidir.
Zulüm gören hepimiz bir araya gelip çekilen sıkıntıları, yaşatılan acıları, hukuksuzlukları anlatıp dururuz. Ne yazık ki “Olan olmuş.” diyerek önümüze bakmak gerektiğini birbirimize kol kanat gererek daha güçlü olmamız gerektiğini bir türlü idrak edemedik. Gemisini yüzdüren, kaptanım diyerek selam dahi vermeden limandan uzaklaşıyor. Giden, ne zaman gemisi karaya vurur ya da başına bir iş gelirse geride kalanları hatırlıyor. Kimisi de rahat ve konforlarından ödün vermeyerek sizin sırtınızdan geçinirler. Ama adını yardım ve dayanışma koyarlar. Onların aslında size hiç ihtiyaçları yoktur. Sadece size yardım etmek için(!) yanlarında canınızı istercesine, annenizden emdiğiniz süt burnunuzdan gelecek şekilde çalıştırmak isterler. Niyet halis, gayet insani ve hiç bir art niyet yok. Lafa geldiğinde böyle yardım sever insanlar herkesten daha mağdurdur ve herkesten daha çok sıkıntı çekmişlerdir. Oysa çektiği tek sıkıntı yediği etin dişlerinin arasında kalması ve cebinde bir kürdan bulamamasıdır.
Her şeye rağmen umudumuzu kaybetmeden insanca bir yaşam dili olan umudun diliyle konuşmayı öğrenmemiz lazım. Bulunduğumuz ülkelerin dilini öğrenirken umudun dilini de öğrenerek umut bekleyen insanlar ile irtibata geçmeliyiz. Mazlumun rengi, dili, dini ne olursa olsun amasız, fakatsız ve samimane bir şekilde aynı dili konuşmaya ihtiyacımız var. Can Yücel ne güzel anlatıyor:
“En uzak mesafe ne Afrika’dır,
Ne Çin,
Ne Hindistan,
Ne seyyareler,
Ne yıldızlar geceleri ışıldayan…
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
Birbirini anlamayan…”