NİYAZİ SANLI
kelebek ve kendisi
ne çok sözüm vardı insanlara
yazık dillerini öğrenemedim
martılar içinde göçmen kuşum ben
kalsam yabancıyım gitsem sürgün
Şiir, şiirlerini çok beğendiğim sevgili dostum Kalender Yıldız’a ait. Üç bölümden oluşan Aysuna isimli şiirin “kelebek ve kendisi” adlı bölümünü alıntıladım ben. Çünkü anlatacağım konuyu en iyi anlatacak alıntı buydu bence. Esasen şiir dışında bir şey yazmaya bile gerek yok ama yazayım.
Hiçkimse doğup büyüdüğü, duygusal bağ kurduğu, bütünleştiği, kültürünü ve kanunlarını tanıdığı toprakları bırakıp yabancı bir ülkede zorunlu olarak yaşamak istemez. Hayatımızın doğal parçası olan doğal afetler, savaşlar, ekonomik ve siyasi krizler insanları başka bir ülkeye göç etmeye zorlar. Bunların en zor olanı -bana göre- siyasi muhaliflerin yaşadığı dramdır.
Siyasi muhalifler fikir sürgünleridir. Tek suçları düşünmek ve fikir üretmektir. Siyasi iktidarların yüzlerine gerçekleri tokat gibi vurmaktır. Son derece muğlak ve göreceli suçlamalara maruz kalırlar. Stalin’den başlayıp Mccarthy veya Saddam’a kadar uzanan listede siyasi muhaliflerin boynuna terörist, vatan haini, dış mihrakların maşası, ajan yaftaları asılagelmiştir.
Kendi ülkelerinde can ve mal güvenlikleri kalmayınca yabancı bir ülkeye iltica etmek zorunda kalmışlardır. Bir kısmı ülkelerine hiç dönememiş ve gurbette hayata veda etmişler, bir kısmı da kahraman olarak ülkelerine geri dönmüşlerdir. Bu tamamen zamanın ruhuna bağlıdır.
Pekiyi de bunların yabancı bir ülkede ruh halleri nasıldır?
Ülkelerinde kalsalar; kendi insanları tarafından anlaşılamamış, dışlanmış, sivil ölüme terk edilmiş, öldürülmesi ve mallarının yağmalanması hak olarak görülmüş bu insanlar yabancıdır. Kendi insanı onu anlamadığı için yabancıdır. Gittiklerinde ise sürgündedirler artık. Siyasi bir sürgün. Ruhen ve bedenen sürgün.
Sürgün nedir peki?
Cevabı Dostoyevski’den alalım, “Dünyanın en zor hissi; kendini ait hissetmediğin bir yerde bulunma zorunluluğudur.”
Maslow’un ihtiyaçlar listesine göre “ait olma, sevgi, sevecenlik” ihtiyacı üçüncü sırada yer alıyor. Elbette kişinin durumu ve zamanın ruhuna göre ihtiyaçlar listesindeki sıralama değişebilir.
Doğduğun topraklar senin için sadece azap ve acı üretir; gittiğin yerde de yenisindir ve her ikisine de kendini ait hissetmezsin.
Göçmenlerin psikolojisi tam olarak şöyledir.
Bir ağacı köküyle bir başka yere taşıyıp köklerini havada asılı bırakıp orada yeşermesini beklemektir. Yeni yerinde toprakla ne zaman buluşacağı zaman meçhuldür. Buluştuğunda da yabancı bir toprak ve iklimde ağacın tutup tutmayacağı, tutsa bile meyve verip vermeyeceği yine meçhuldür.
Ve her göçmenin aklı daima ayrıldığı topraklardadır; hatta o topraklardan nefret etse ve bir daha dönmeyi düşünmese bile… Her ne olursa olsun bir gün ülkesine döneceği umudunu kalbinde taşımak ister.
Yeni ülkende ne kadar başarılı olursan ol, ne kadar iyi dil bilirsen bil; o toplum seni hiçbir zaman kendisinden kabul etmeyecektir. Bu, sanırım insanın ve toplumların doğasında var.
Madalyonun diğer yüzüne bakarsak…
Büyük medeniyetler göçmenler tarafından kurulmuştur; çünkü onlar hayatta kalabilmek için başarmak zorundadırlar.
“Alıştığımız yolun dışına çıktığımız zaman her şeyimizi kaybettiğimizi düşünürüz ama yeni bir şey ancak o zaman başlayabilir. Hayat varsa mutluluk da vardır. Önümüzde daha çok, çok şey var.” (Savaş ve Barış, Tolstoy) Tolstoy’un bu sözü tam olarak konfor alanın dışına çıkmayı ifade eder. Konfor alanını terk eden bir insanın başaramayacağı hiçbir şey yoktur.
Tolstoy’un söylediği iddia edilen ancak ona ait olmadığını öğrendiğim şu söz de zihnimizde yeni kapıların açılmasına vesile olabilir: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.”
Benim kişisel olarak aidiyet duygum yoktur. Çünkü küçük yaşta ailemden ve doğduğum köyden ayrıldım. Dört kere sadece ceketimi alıp ülke değiştirdim. Bütün dünya vatanım, bütün insanlar kardeşim. Artık bu felsefeyle yaşıyorum.
Türkiye’yi ülkem olarak görmüyorum. Kendimi bir millete ait hissetmiyorum. Öfkem ve kırgınlığım çok büyük; ama acıma duygularım daha fazla; insanlar cehaletlerini ve kurnazlıklarını iyi bir şey sanıyorlar.
Tezer Özlü’nün yıllar önce okuduğum bir sözü aklımdan hiç çıkmaz: “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi!