Balkon demirinin üzerine koyduğu çayın soğuduğunu farkedince misafirine hafif bir tebessümle bakarak izin aldı ve içeriye koştu. Geri geldiğinde çaydanlığın ucundan adeta buhar fışkırıyordu. Bardakları yeniden doldurdu. Birer yudum aldıktan sonra “Çaysız sohbetin tadı olmuyor.” dedi. “Evet” diye tasdik etti misafiri. Bir sıcak, kırmızı suyun vazgeçilmez olarak görülmesi tuhaf ama gerçekti. Birden sokaktan gelen gürültüye dikkat kesildiler. Seçim dönemi olduğu için güçlü hoparlörlerle donatılmış arabalar sokakları arşınlıyor, kulakları tırmalayan seslerle vatandaşların oylarını talep ediyorlardı. Halka hizmet etmek için yarıştıklarını söyleyenlerin gürültü ile oy devşirmeye çalışması da tuhaftı elbette. Misafiri alaycı bir eda ile “Siyaset topuzunu çıkarmışlar. Herkesin kafasını kırmaya çalışıyorlar.” dedi. “Bizim elimizde topuz değil nur var ama kimse almak için gayret etmiyor. Topuz seviyorlar demek ki.” diye ekledi. Ev sahibi bu sözlere tebessümle karşılık verdi ama yüzünde aklından geçen bir şey olduğunu gösteren dalgalanmalar oldu. “Hakikaten elimizde nur mu var?” diye sordu. “Tabii ki!” dedi misafiri. “Yoksa şüphen mi var?” Dudaklarını büktü ev sahibi. Gözlerini kaçırıp ufka dikti. “Ya onlar elimizde nur olduğunu bilmiyorlarsa ne olacak? Ya elimizdekini topuz görüyorlarsa.” Şaşırmıştı misafiri. İzah ister gibi gözlerini kıstı. Başını geriye doğru çekti. Arkasına yaslandı. Dinlemeye hazırım demişti vücut diliyle. Bakışlarını misafirine çeviren ev sahibi başladı anlatmaya.
“Yıllar önce ben lise üçüncü sınıfta okurken bir fotoğraf makinesi almıştım. O zamanlar bu sayısal makineler yoktu. 36’lık film takılan, her çekişten sonra filmin bir parmak hareketiyle ileri sarıldığı kırmızı Premier marka bir makinaydı. Çok kaliteli fotoğraf çektiğini duyduğumdan zar zor elime geçen bütün parayı toplamıştım almak için. Makinanın iki kalem pille çalışan bir flaşı vardı. Vınnn diye bir ses çıkararak flaşı doldurur, hazır olunca arka tarafta küçük, yeşil bir ışık yanardı. Deklanşöre basınca çok kuvvetli bir ışık yayılır, gözleri kamaştırırdı. Bütün bir yazı elimde o makinayla geçirmiştim.
Yaz tatillerinde köye geldiğimde halamlarda kalırdım. Evin önündeki büyük mazı ağacının dalları arasına yaptıkları haymada yatardık. Hem serin olurdu hem de güvenli. Tahtadan çakılmış bu ağaç üstü eve dört kişi sığardık. Nereye gidersem gideyim akşam oldu mu mutlaka buraya gelir kalırdım. Başka yerde rahat edemezdim hiç. Hem anne babam hem de halam sıkı sıkı tembih etmişler başka yerde kalmama hiç rıza göstermemişlerdi. Bir gece arkadaşlarımın ısrarına dayanamadım ve geç vakte kadar onlarla oyun oynadım. Aysız bir geceydi. Zifiri karanlık çökmüştü. Kalmam için çok ısrar ettiler ama kabul etmedim ve bahçeye doğru yola çıktım. Hem karanlık hem de gece vahşi hayvanlarla karşılaşma korkusu beni çok tedirgin etmişti. İçim ürpererek yürüyordum. Birden makinanın varlığını hatırladım. Sıkı sıkı tuttuğum makine avuç içimin teriyle neredeyse ıslanmıştı. Makinenin flaşını açtım ve deklanşöre bastım. Bir anda yolum gündüz gibi aydınlandı. Işığın aydınlattığı en uç noktaya kadar korkmadan yürüyüp bir daha flaş patlattım. Artık belli mesafelerde bu durumu tekrar ediyor güvenle yol alıyordum. Nihayet bahçe kapısının önüne geldim. Tam kapıyı açacakken uzaktan bir köpek havlaması duydum. Birkaç saniyede kapının yanına gelmişti bile ses. Köpek beni görünce havlamayı kesti. Kapıya yaklaştı. Zannediyorum kokumu almaya çalışıyordu. Oldum olası köpeklere mesafeliyimdir. Bunun tek sebebi ise çocukluğumdan gelen köpek korkusudur. İçimdeki korku tekrar alevlendi. Beni tanıyan ve artık kuyruk sallamaya başlayan köpeğe baktım. Yok, olmuyordu. Bir türlü cesaret edip kapının mandalını kaldıramadım. Ne kadar dost görünürse görünsün bir köpek her zaman köpekti benim için. Haymadaki halam oğullarının sesi duyup uyanmalarını bekledim ama nafile. Köpek kapının arkasında ben önünde öylece bekleşiyoruz. Çaresizlik içinde sağa sola bakınırken elimdeki makinayı hatırladım tekrar. Flaşı doldurdum. Kapıya yaklaştım. Köpek de bana doğru geldi. Kapının tahtaları arasından tam gözlerinin hizasına nişanlayıp flaşı patlattım. Bir ışık bombası patladı adeta. Köpek neye uğradığını şaşırdı. Acı acı sesler çıkararak ortadan kayboldu. Hemen mandalı kaldırıp içeri girdim ve haymaya tırmandım. Nefes nefese yatağa bıraktım kendimi. Uzaklardan bir yerlerden hala köpeğin inlemeleri geliyordu. Nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum. Sabahleyin ürkerek indim haymadan. Yanımdan bir şeyin rüzgar gibi geçtiğini hissettim. Zavallı köpek ok gibi fırlayıp uzaklaşmıştı. Orada kaldığım süre boyunca da bir daha yaklaşmadı bana. Gecenin karanlığında beni tanıyan, dostane yaklaşan bu masum hayvan elimdeki ışığın kurbanı olmuştu. Anlaşılan beni her zaman o dehşet anındaki kişi olarak hatırlıyor ve benden uzak duruyordu.”
Durdu. Misafirin yüzüne baktı. Derin bir nefes aldı. “Ne zaman bu ‘Elimizde nur var.’ konusu açılsa aklıma bu hatıram gelir. Elindeki nuru topuza çeviren biri olarak herkesin ellerine bakarım. Nuru nur olarak mı gösteriyor yoksa topuza mı çeviriyor diye. Bir de hep merak ederim, bize bakanlar elimizde ne görüyor acaba?”
Çaydan bir yudum daha aldı. Misafiri derin düşüncelere dalmış gibiydi. Sokaktaki gürültü giderek azalıyor yerini akşam serinliği ile beraber bir dinginliğe bırakıyordu. Ufukta iyice kızaran güneş misafirinin alnına hafif bir kızıllık bırakmıştı. Bardakları yeniden doldurdu. Daha konuşulacak çok şey vardı.