Bizim sabırsızlıkla yolunu gözlediğimiz bayramlarımız vardı. Bayramın gelmesini aylar öncesinden neşe ve umutla beklerdik. “Bir an önce bayram gelse de mutluluğumuza mutluluk katsa.” derdik. Evlerde bayram hazırlıkları yapılırdı; tatlılar açılır, şekerler, imkânı olanlar için yeni kıyafetler satın alınırdı. Sonrasında eğer mevsim de uygunsa köye gidilir akrabalar ziyaret edilirdi. Her gidilen evde ikram edilen tatlılar ve şekerler yenilirdi. Kimseye “Aç mısın?” diye sormadan sofralar gelirdi. Şimdilerde yarım ağızla sorulan “Aç mısın?” sorusu bana çok samimi gelmemekte. Cefasını büyüklerin sefasını da biz küçüklerin çektiği bayramlarımız vardı. İkindi vaktine kadar tanıdık tanımadık demeden her kapıyı çalar şeker toplardık. Ev sahibinin uzattığı kâseden bir şeker alırdık, eğer ev sahibi ısrar ederse ikincisini alırdık. Bazı ev sahipleri de fazla almayalım diye şekerleri teker teker elimize verirdi. Aldığımız şekerleri rengârenk poşetlere atardık. Poşetler ellerimizde hışırdarken ayağımızdaki lastik ayakkabılar da terden gıcırdamaya başlardı. Bilirdik ki artık eve dönüş zamanı gelmiştir. Yazın yakan kışın donduran bu ayakkabılar bizim olmazsa olmazımızdı. O dağlara, taşlara başka ayakkabı da dayanmazdı. Gerçi başka ayakkabı da alınamazdı. Bir keresinde lastik ayakkabım yırtılmış durmadan ayağımdan çıkmaktaydı. Ben de ablamın giydiği, bayanlar için olan yeşil renkli lastik ayakkabıyı giydim. O ayakkabıyla o gün köy köy gezmiştim. “Bu kadın ayakkabısıdır, lastiğidir.” demezdik “Ayağımızda bir ayakkabı olsa yeter.” derdik.
Yorulana kadar dolaşır poşetleri ağzına kadar şekerle doldurup eve dönerdik. Rengârenk ve her türden şeker ile dolu torbamıza bakar mutlu olurduk. Topladığım şekerlerin bir kısmını evdeki şekerliğe dökerdim ki şekerliğimiz zengin görünsün. Babam bir iki çeşit şeker alırdı ama benim ve ablalarımın topladığı şekerlerle çeşit artardı. Bayram şekeri deyip geçmemek lazım, bayramın geldiğini belli eden bir semboldü. Eve misafirlerin geleceğinin, kolonya ve şeker ikram edileceğinin göstergesiydi. Bir de o şeker kabuklarıyla kendimize rengârenk yüzük ve bilezikler yapardık. Yıllar geçmesine rağmen o bayram şekerlerinin tadını hiçi unutmadım. O bayram şekerleri mi tatlıydı yoksa o yıllar ve bayramlar mı tatlıydı bilemem ama şimdilerde ne şekerin tadı var ne de bayramların…
Babamın haricinde bana bayram harçlığı veren bir büyüğüm hiç olmadı. Bol bol el öperdik ama bir kuruş dahi alamazdık. Okuldaki arkadaşlarım bayramda topladıkları bayram harçlığı miktarlarını söylediklerinde “Keşke benim de olsa.” diye çok heves ederdim. Ben ve ablalarım ancak şekerle yetinirdik. Olsun o da güzeldi; şimdilerde o da yok. İftarlara, bayramlara artık maddi duruma ya da iş pozisyonuna göre çağrıldığımız şu zaman diliminde bir başımıza geçirdiğimiz şu günlerde, kendi kendimize bayramlaşıyoruz. Çevremizde samimane bayramlaşacak kimseyi bulmak zor desek yeridir. Hâlâ böyle güzel bayramları olan ve bayramlaşmaya imkânı olan kimseler hallerine ne kadar şükretseler azdır. “Bu günlerin kadrini kıymetini bilmeleri gerekir.” diye de düşünmekteyim.
Elazığ’da eski hükümet binasının yanındaki meydanda Postane’nin tam önünde bir hafta önceden bayram kartları satan tezgâhlar sıra sıra dizilirdi. Kart postalların dizildiği tezgâhlara bakmak ve o güzelim kart postalları bir resim sergisinde gezer gibi seyretmek ayrı bir güzeldi. Üç beş kart alıp akrabalara gönderirdik. Bir iki kişi de bize göndermişse keyfimize diyecek olmazdı. Şimdilerde gönderilen telefon mesajları bana ruhsuz ve samimiyetsiz geliyor. O zarfın kokusu ve açarken verdiği heyecan içinde çıkan kartın güzelliğine verdiğimiz tepki nerede şimdiki otomatiğe bağladığımız herkese aynı attığımız mesajlar nerede?
Hele bayram için köye giderken çektiğimiz çile ayrı bir zevk verirdi. Köy yolu toprak ve taşlıydı. Yağmur yağmışsa çamurdan araba rampayı çıkmaz ve tüm yolcular arabayı iterek rampayı geçirirdik. O çamurlu köy yollarında herkes çamur ve toprak içinde kalırdı. O çamura rağmen yine de gülmeyi biliyorduk, mutluyduk, huzurluyduk, ondan bile tat alıyorduk. Yolda kalmayı, arabanın çamura saplanmasını bile eğlence haline getirmeyi biliyorduk. Bazen akrabalarımızın taksisiyle köye gittiğimizde bazı yerlerde ağırlıktan dolayı araba kayalık yerlerden çıkamazdı. Biz taksiden iner araba önden giderken biz ardı sıra koştururduk.
Peki neden? Her nevi şekerleri, gıcır ve yeni bayramlıkları olan tozdan ve çamurdan uzak duran şimdinin çocukları neden mutlu olamıyorlar? Yollar asfalt oldu, arabalar daha güçlü oldu ama o bayram yolundaki lezzet kaybolup gitti. En azından bir bayram daha, eskilerdeki o bayram sabahı çıkmakta zorlanan arabanın ardı sıra koşmayı, arabanın çıkardığı toz dumanın içinde olmayı çok isterim. Barış Manço’nun, “Bugün bayram” şarkısıyla uyanmak ve yollara koyulmak için neler vermezdim. Ayakkabım yine olmasın, bayramlığım olmasın varsın kimse bana bayram harçlığı vermesin ama bana o bayram sabahından bir saati geri versinler yeter.
Biz rahmetli ninemin elini öperdik o da alnımızdan şap diye sulu sulu öperdi. Kolumla alnımı ya da yanağımı sildiğim o günleri özlem ve hasretle aramaktayım. Kıymetli günlermiş o günler, o anılar ve benim için çok ama çok değerliymiş. Köydeki akrabalar ve komşularla bayramlaştıktan sonra eve dönüp topladığım şeker hâsılatını ve evde kalan tatlıları yemeye devam ederdim. Bir bayram sabahı tam bayram kahvaltısı esnasında aldığım torpili gizlice ateşledim. Torpilin ateş saçarak hızla tavana yükselmesi ve çarpıp patlaması bir oldu. Tavandan dökülen toprak ve barut dumanıyla adeta odaya sis çökmüştü. Patlamayla ninemin yerinden fırlaması, amcamın ayağa kalkması bir olmuştu. Ben yaptığım işten çok mutlu kahkahalara boğulmuştum. Ağaç cisirlerinin üzerine ağaç dalları dizilmiş ve üstü de toprakla örtülmüş eski bir evimiz vardı. Yukarıdan sürekli ağzımıza gözümüze toprak akardı. Bayram olunca ninem hariç başka kimse yaptığıma kızmazdı. Rahmetli ninemi torpille, patlayan mantarlarla çok korkuturdum. Rahmetli söylenirdi ama ağzından bir tane dahi kötü söz çıkmazdı. Biz şimdilerde kendi çocuklarımıza aynı hoşgörüyü göstermez olduk.
Bir başka bayramda, köyde yalnız yaşayan, annemin halasına, gençlerle bayramlaşmaya gitmiştik. Halamızın bayram şekeri yoktu o da bize çaya atılan kesme şekerden ikram etti. Halamızın o yıllarda ne çocuklarından ne de torunlarından yanına gelen gideni vardı. Onun için ona şeker getiren de yoktu. Elleri titreyerek bize ikram ettiği şekerleri alıp elini öptüğümde gözlerinin yaşardığını fark ettim. Kapının kenarında duran taş dibek ağzına kadar su ile doluydu. Eskiden bu taş dibekte kim bilir neler neler dövülmüştü. Bin bir emekle taştan oyularak yapılmış eski bir dibekti ama o günlerde halamız tavukları sulamak için su doldurmuştu. Diğer çocuklar halamın bize ikram ettiği kesme şekerleri, o su dolu dibeğe atmışlar bu durumu gören halam üzülmüştü. Gözlerinden akan bir iki damla yaş hafifçe yanaklarından süzüldü. Ben elimdeki şekeri halaya göstererek “Bak ben atmadım.” dercesine şekeri cebime koymuştum. Diğer çocuklara da yol boyu çok kızmıştım. Çocukların yaptıklarının çok yanlış olduğunu anlatmaya çalışmıştım ama nafile kimse bir şey anlamamıştı. Onlar çikolatalı şekerler dururken kesme şekeri ne yapsınlardı. O bayram sabahı halamın yalnızlığı ve kimsesizliğini belki çok idrak edememiştim ama şimdilerde kimsesizliği ve yalnızlığı çok iyi öğrendim. Hüzne ve yalnızlığa dair ne varsa şimdilerde hakkal yakîn olarak yaşayarak tecrübe etmekteyim.
Hz Mevlana, “Hak kuldan intikamını kul ile alır. Din irfan bilmeyen bunu kul etti sanır.” der. Bugün bu yalnız geçen bayramları yaşıyorsak hepsi kendi eserimiz. Zamanında yaptığımız hataların neticesinde bugünleri yaşamaya mahkûm olduk. Onun için kapıya bakıp birilerinin gelmesini beklemenin, uzaklardaki anne ve babanın ya da evlatların yolunu gözlemenin ne olduğunu daha iyi anlıyorum. Sabah bayram namazı vakti kalkıp odanın ortasında dolanmak, camdan dışarıyı seyretmek ve “Bir bayram daha geçti kimsesiz ve neşesiz.” demek çok acı verici. Gözlerimi tavana dikip boş boş bakarken düşünmek, “En azından bir kişi dahi olsa bayramlaşmak için gelseydi ya da bizim birilerinin bayramına gitmemiz mümkün olsaydı.” diye düşünmek nefsime ağır gelse de kabullenip bir köşeye oturmaktan başka bir şey de yapamıyorum. Alvarlı Efe Hazretlerinin,
Cân bula cânânını
Bayrâm o bayrâm ola
Kul bula sultânını
Bayrâm o bayrâm ola
dediği gibi diyerek asıl bayramlara kavuşma ümidini de yitirmiş değilim. Rabbim dilerse tekrar o eski bayramları yaşayacağız temennisindeyim. Bu günlerin geçip gideceğini ve özlenen günlere kavuşulacağını düşünmekteyim. Şimdilerde bayramların değiştiği gibi şekerler de değişti, insanlar da, iklimler de. Kısacası dünya değişti. Dönüp duran dünyada eski ve güzel günlerin bir gün dönüp geleceğine inanan biri olarak, tekrar Hz Mevlana gibi, “Ey gönül ses etme! Bekle! Ya nasip de Rabbine bırak.” demekten başka diyecek bir söz de bulamıyorum.
SEMİH DEMİR