Uzun bir uçak yolculuğu ve pasaport kontrolünde geçen sıkıntılı bekleyişe rağmen geceyi neredeyse uykusuz geçirmişti. Bu şehirde başlayacağı yepyeni hayatın heyecanı mı yoksa adına gurbet denilen uzaklık duygusunun tesiri mi bilinmez, uykusunu alıp götürmüştü. Yattığı yeri yadırgayan kişilerden değildi ama sabaha kadar yatağın içinde dönüp durmuştu.
Gece kalkmış, ışığı yakmış, minderi artık içine göçmüş koltuğa oturarak, en az kırk yıllık olduğunu tahmin ettiği kırmızının tonlarındaki duvar kâğıtlarını seyretmişti. Odasındaki çalışma masası da oldukça eskiydi. Masanın kenarına, yanında sarkan bir zincirin çekilmesi ile yanan bir masa lambası tutturulmuştu. Yatağının da oldukça eski bir görüntüsü vardı. Duvarda asılı halıda atların üzerinde dörtnala giden sakallı adamlar resmedilmişti. Bir kız kaçırma öyküsü olduğu belliydi. Halının üzerindeki resme uygun olarak çok eski yıllardan kalmış olabileceğini düşündü bir an. Yerdeki halının üzerinde yer yer lekeler vardı. Halı o kadar solgundu ki halının gerçek rengini anlamak imkânsızdı. Perdeler iki tarafından birer kancayla tutturulmuştu. Estetik bir kaygı güdülmemiş ve mahremiyeti sağlaması kâfi görülmüştü. Kendisini en çok şaşırtan ise kapının arkasında gördüğü iki kocaman kilitti. Bir iç odanın kapısında iki kilidin olmasına pek anlam verememişti. Uykusu her bölündüğünde bu manzarayı bir iki dakika seyretmiş, sonra uykuya dalma denemesi için tekrar yatağına uzanmıştı. Her deneme yatak içinde bir iki sağa ve sola dönüşle neticelenmişti.
Evde başlayan hareketlilik sabah olduğunu haber verdiğinde son denemelerinden birinden daha başarısızlıkla çıkmıştı. Gözleri fena halde yanıyordu. Banyoda yüzünü yıkadı. Çeşmeden akan suyun soğukluğu karşısında şaşırdı. Elleri buz kesmişti adeta. Yine de soğuk suyun iyi geleceğini düşünerek bol bol yüzüne çarptı. Uyku mahmurluğundan sıyrılmıştı. Ev arkadaşları birer birer çıktılar. Sofraya koydukları smetana (kaymak) ve kerpiç ekmeği kaldırmamışlardı.
Salonun perdesini araladığında hiç ummadığı bir görüntüyle karşılaştı. Dışarısı hala zifiri karanlıktı ve çift camda yansıyan kendi aksinden başkası değildi. Perdeyi kapatıp divana oturdu. Saat sekiz olmuştu ama hava aydınlanmamıştı. Burada sabah güneşin doğuşu ile değil saat ile belirleniyordu anlaşılan. Televizyonu açtı. Spikerin dediklerini anlaması için uzun bir zamana ve eğitime ihtiyacı vardı. Spikerin konuşmasındaki ahenge takılıp bir müddet daha seyretti. Televizyonu açık bırakıp kahvaltı yapmaya başladı. Kerpiç denilen ekmek gerçekten kerpiç gibiydi. Koyu kahverengi rengi ve tuğlaya benzeyen şekliyle isminin hakkını veriyordu. İlk defa yediği smetananın tadını beğendi. Çayı ilk defa fincandan içti. Burada ince belli cam bardak aramanın boş bir hayal olacağını anladı. Bambaşka bir dünyaydı burası.
Sofrayı toplayıp mutfağa taşıdı. Köşedeki gazlı ocağın ilk rengi beyaz olmalıydı. Üzerinde kazınma izleri vardı. Belli ki arkadaşları ocağı kirinden, pasından ve yağından arındırmaya çalışmışlardı. Muvaffak olduklarını söylemek zordu. Dolapların kapakları da oldukça eski görünüyordu. Çeşmenin yeni olduğunu görünce sevindi. Her şeyin köhne göründüğü bu evdeki tek yeni eşya çeşmeydi. Çeşmeye muhabbetle baktı. Kulağına gelen bir sesle yerinden sıçradı. Açık bıraktığı televizyondan geliyordu ses. Elindekileri bırakıp hızla salona koştu. Ekrandaki görüntüde oldukça gösterişli bir salonun sahnesindeki bir şarkıcı adeta yüreğini diline bağlamış, hançeresini yırtarcasına bir şarkı söylüyordu.
“- Ayrılık, ayrılık, aman ayrılık / Her bir dertten olar yaman ayrılık!”
Sonuna kadar dinledi. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarını ıslattı. Damlalar çenesinden süzülüp göğsüne doğru koşar adımlarla gitti. Büyülenmiş gibiydi. Şarkı bitince dil değişti. Önce Rusça bir anons arkasından da Rusça bir şarkı geldi. Bir konser programıydı televizyondaki. Divana oturup başını ellerinin arasına gömdü. Gurbetin acısını ilk defa duymuştu. Bunaldığını hissetti. Kalkıp tekrar perdeyi sıyırdı. Evet, aydınlık başlamıştı. Gözünün görebildiği her yerin beyaza kestiğini gördü. Dün gece havaalanından eve gelirken çevrede tek tük kar birikintileri görmüştü. Ama şimdi baktığı her yerde, yatan bir insanı gömecek kadar çok kar vardı. Bütün gece kar yağmıştı anlaşılan. Gözlerini bu beyaz güzellikten alamadı. Ağaçların üzeri, arabalar, tek arabalık kapalı garajlar, bahçe çitleri her şey ama her şey karın beyazlığı ile örtülmüştü. Bu doyumsuz güzelliği seyre daldı.
“- Bak, dedi; hayatına bembeyaz bir sayfa açtı bu şehir.”
Neşelendi birden. Karların üzerinde yürümek, koşmak, yuvarlanmak ve o beyaz sihrin içine gömülmek istiyordu. Hızlıca giyindi. Su geçirmeyeceğini düşündüğü botlarını ayağına geçirdi. Anahtarları yanına aldığına kanaat getirince kapıyı kapatıp temkinli adımlarla basamakları inmeye başladı. İndikçe içindeki tedirginliğin arttığını hissetti ama yolundan dönmedi. Giriş katındaki kapıyı açtığında dışarıya çıkmayı beklerken onu karanlık karşıladı. Önünde, bulduğu boşluklarından içeriye ışığın sızdığı bir kapı daha vardı. İki kapıdan geçerek çıktı dışarıya.
Şimdi o muhteşem güzelliğin içindeydi. Karda yürüdükçe ayaklarının çıkarttığı sesi mutlulukla dinliyordu. Koşmaya başladı. Ayakları kaydı. Karın içine yuvarlandı. Kalkmadı hiç. Yuvarlanmaya devam etti. Tam hayal ettiği gibiydi her şey. Bir ağacın gövdesine hafifçe çarparak durdu. Dallarda biriken kar sarsıntının etkisiyle yerinden kopmuş ve üzerine dökülüvermişti. Kahkahalarla güldü. Karları savurdu. Ayağa kalkıp kendi etrafında dönmeye başladı. Birbirine oldukça mesafeli inşa edilmiş binaların arasındaki her boşluk akağaçlarla doluydu ve insana ormanda olduğu hissini yaşatıyordu. Biraz ileride bir metre yükseklikte çitlerle çevrili bir yer vardı. Bazı çocukların çitin arkasında zıpladıkları görülüyordu. Temkinli adımlarla oraya doğru yürüdü. Çocukların ellerindeki kovalardan su döktüklerini sonra da üzerinde zıplayarak karı buza çevirdiklerini anladı. Bir iki çocuk ise ellerinde buz kayağı ile onları bekliyorlardı. Anlaşılan buz patinajı yapacakları yeri hazırlıyorlardı. Çocuklara gülümsedi. Çocuklar da aynı şekilde karşılık verdiler. Üşümesinin arttığını hissetti. Karın tadını çıkara çıkara eve döndü.
Rusça öğrenmek için aldığı kitabın ilk sayfalarındaki Kiril alfabesini özenle defterine geçirdi. Bir saatlik bir çalışma ile artık kelimeleri rahatça okur hale gelmişti. Henüz anlamıyordu ama okumak hoşuna gidiyordu. Yorulduğunu hissedince üzerini giyinip dışarı çıktı. İlk dışarı çıkarken duyduğu tedirginlik kaybolmuştu. Yavaş yavaş yürüyerek evden biraz uzaklaştı. Binanın bulunduğu sokağın başındaki marketin tabelasını gözden kaybetmemeye özen gösteriyordu. Çift gidiş gelişi olan bir yolun paralelinde yürümeye başladı. Yaya yolu ile araba yolu arasında ağaçlar vardı. Yaya yolu ile binalar arasında da ağaçlar vardı. Yolun orta kaldırımı da ağaçlıydı. Yol boyunca uzanan elektrik direkleri bir ip gibi sıraya dizilmişlerdi. Her yerin müthiş bir planlamayla yapıldığı belliydi. İki telefon kulübesinin yanından geçti. Önüne çıkan tabelayı dikkatle okudu.
“- Metro.”
Aynı yazı diğer tarafta da vardı. İki çıkışlı bir istasyondu bu. Biraz yaklaşınca istasyonun adını da okudu.
“- Sviblovo.”
“- Semtimizin adı bu olmalı.” dedi kendi kendine.
Çok uzaklaşmıştı. Marketin tabelasını göremeyince tedirginlik duydu ama hemen yendi bu duyguyu. Gittiği yoldan geri dönebilirdi. Adımlarını hızlandırdı. Marketin tabelasını görünceye kadar da hızlı adımlarla yürümeye devam etti. Bir otobüs durağına yaklaştığında iki otobüsün peş peşe durağa girdiğini gördü. Tebessüm etti.
“- Maşallah her şey çifter çifter burada.” dedi.
Kapıları açılınca otobüsün adeta boşaldığını gördü. İnenler yavaş adımlarla evlerine doğru gidiyorlardı. Durakta bekleyenlere baktı. Ya ellerinde ya da omuzlarında birer çanta ile sabırla bekliyorlardı. Hiç konuşan yoktu. Hepsinin başları önünde ve gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, öylece bekleşiyorlardı. Gidenlerin ardından baktı. Durakta bekleyenlere bir daha göz attı.
“- Kapı kilidinden çift cama, iç oda kapısındaki iki kilitten çift dış kapıya, iki telefon kulübesinden çift girişli metro istasyonuna, iki şeritli yoldan çift sıra ağaçların uzandığı yaya kaldırımına kadar her şeyin iki olduğu bu yerde insanlar neden tek başına acaba?” diye sordu. Sonra gülümsedi. Halini gören hakkında pek iyi düşünmezdi.
“- Yaptığın çıkarıma bak!” dedi sessizce. “Kendinle gurur duyabilirsin.”
Yönünü eve çevirdi. Dış kapıyı açtığı sırada gördüğü bir komşusuna yana çekilerek yol verdi. Yorgun bir tebessüm ile edilen teşekküre tebessümle karşılık verdi. Merdivenleri üçer üçer çıktı. İkinci katta elindeki köpekle merdivenleri inen başka bir komşusunun yanından baş selamı vererek geçti. Karşılık alıp almadığını bilemedi. Bu düzenli ama köhnemiş şehirde insanların sırtında en çok yorgunluk taşıdığına kanaat getirmişti.
Arkadaşları geldiğinde bugün yaşadığı tecrübeleri paylaştı. Tebessümle karşılık verdiler. Her şeyin çift ama insanların yalnız olduğu tespitine güldüler beraberce. Yatağa girdiğinde damağında tarif edilmez bir lezzet hissetti. Yıllar önce bir duada talep ettiği bu şehirdeki hayatı, karın kendisine gösterdiği hoşamedi ile başlamıştı. Konserdeki “Ayrılık” şarkısının verdiği hüzünde bile ayrı bir tatlılık vardı.
“- Sen, ey beyaz şehir!* Sen, benim kabul olmuş duamsın.”
Uykuya nasıl daldığını anlamadı bile. Rüyasında beyaz güvercinlerin gagalarıyla tutup getirdikleri bembeyaz bir örtüyü üzerine örttüklerini gördü.
*Moskova
M.K