Ali Cöre
Akşam vakti evin bodrum katından gelen sesler de neydi? Ailenin geride kalan tek erkek çocuğu sesi merak etti. Aşağıya indi. Babası elinde kazma kürek ile evlerinin altında çukur açmaya çalışıyordu. Şaşkın ve hayret dolu bakışlarla çekinerek. “Baba ne yapıyorsun?” diyebildi. Bu soruyu meraktan ziyade yardım amaçlı sormuştu. Aslında pekâlâ o da biliyordu, babasının ne yaptığını. Çaresizdi adamcağız. Son çare olarak evinin altını kazmak kalıyordu. Babasının elinden kazmayı küreği aldı ve onun koluna girdi. Merdivenlerden çıkardı. Mabeyndeki yer minderlerine oturttu. Bitkindi baba. Ne yaptığını ya da ne yapması gerektiğini artık kestiremiyordu. Annesi zaten tükenmenin eşiğinde. Ailenin artık Allah’tan başka ne gidecek yeri ne yardım isteyeceği bir kapısı kalmıştı. Bütün kapılar yüzlerine kapanmış, en yakın akrabaları ondan yüz çevirmişti.
Delikanlı soğukkanlılığını ve cesaretini topladı. Babasını sakinleştirdi. “Hele bir gece olsun. El etek çekilsin. Gecenin koynuna girelim ve bu işi halledelim. Uzakta ıssız bir yere gidelim. Allah bize en güzel yeri gösterecektir.” babasını ikna etti. Delikanlının bu konuşması babasının içini ferahlattı. Doğruydu. Allah’a güvenmek, O’na dayanmak, O’ndan(cc) yardım istemek ve O’nun sevkine teslim olmak… Başka bir yol var mı? Hem O(cc) gariplerin, kimsesizlerin sahibi değil miydi? Delikanlının dediği gibi yapacaklardı. Selalarla sokağa dökülen halk, büyük bir meydan harbinden zaferle dönmenin gururu ve onuruyla evlerinin yolunu tutup ortalıktan el etek çekilince çıkacaklardı. Günlerdir halk o meydana gidip gelirken onların kapısının önünden geçiyordu. Her seferinde biraz oyalanıp bağrışıyorlardı. Ellerinde bayraklarla, yumruklarla tekbir getiriyorlar. Hainlere, teröristlere meydan okuyorlardı. Böyle bir havada evden hiç kimse dışarı çıkmaya cesaret edemiyordu. Ne bakkaldan bir ekmek almak, ne de camiye cemaate karışmak mümkündü. Neredeyse sürüleceklerdi. Ama nereye? Hiç bir mahalle onları kabul etmezdi ki? Kendi öz köyleri de zaten aynısını yapmamış mıydı?
Sokaklarda atılan naralar kesildi. Türküler, mehter marşları sustu. Artık dinlenme zamanıydı. Yarın akşam tekrar aynı meydanda toplanılacaktı. Çaylar, yemekler, kebaplar, gazozlar meydanda bedavaydı. Zaten uzun temmuz akşamlarında, o sıcaklarda evlere de girilmiyordu ki. Bu iyi olmuştu halk için. Baba oğul gecenin bir vakti arabalarına kardeşinin cenazesini yüklediler. Sürdüler. Meçhule doğru gittiler. Kimsenin görmeyeceği bir yere. Kimseye ait olmayan bir yere doğru. Babanın artık tahammülü kalmamıştı. Anne dersen bin perişan. Göz pınarları kurumuş. Dizinde derman kalmamıştı. Hiç kimseye haber verecek durumda değillerdi. Zaten kimse de onları dinlemek ve anlamak istemiyordu. İsteseler de dinlemezlerdi. Kim dinler ki vatan hainlerini? Teröristlerin yanına kim gelirdi? Cesaret isterdi.
Baba hem arabayı sürüyor hem düşünüyordu. Başlarına gelenleri çözememişti. Oğlunun arkadaşlarının anlattığından öte bir şey bilmiyordu. Anlatılanları gözünün önüne getiriyor ve o kınalı kuzusunun çaresizliği görüyordu. Oğlu önce üzerinde gezinen kızıl lazer ışınlarını fark etmiş, anlam verememişti. Arkadaşlarının “Siper alın! Saklanın!” diye çığlıklarını duyduğunda kendini bir arabanın arkasına atmıştı. Nasıl bir yere düşmüştü? Birden bire geceyi yaran silah sesleri ve kulaklarının yanında geçen mermilerin vınlamaları ile kulakları sağır olmuştu. Baba o manzaranın içine girip oğluna siper olmak istiyordu. Kolundan çekip çıkarmak istiyordu. Keşke ta başından, onları oraya getiren aracın önüne kollarını açıp durdurabilseydi. Ama mümkün mü? Emir gelmişti. Askerde emirler sorgulanır mı? Sıralı emir gelmişti bir kere. “Araç binilecek, binin!” denilmişti çoktan. Kimse geri inemezdi. Sivil bir araca bindiler. Beştepe’ye doğru yola çıktılar. O da binmişti. Neden? Terör saldırısı vardı. Askere ihtiyaç duyulmuştu. Başkomutanlığın korunması gerekiyordu. Ama onlar daha öğrenci sayılırdı. Yeni mezun olmuş bir teğmendi. Eğitimden sonra jandarmada görev alacaktı. Bazı arkadaşları piyade, topçu ya da tankçı olmayı seçerken o jandarma olmayı seçmişti. Komutanları acil durum çağrısı yapmıştı. Herkes içtimada toplanmış. Rastgele “Sen!, Sen!” denilerek seçilmişlerdi. Ama normal olmayan bir durum vardı. Ellerindeki silahlarda mermi yoktu. Olaylara nasıl müdahale edecek olası saldırılara nasıl mukavemet göstereceklerdi?
Olay yerine vardılar. Otobüsten indiler. Etraftaki sivil halkta anormal bir hareketlilik başladı. Daha iner inmez halk onlara bağırmaya başlamış hatta saldırmak istemişlerdi. Gençlerin olaylardan haberi yoktu. Haber de alamıyorlardı. Cep telefonu kullanmak yasaktı. Herkes telefonunu okulda bırakmıştı. Bildikleri tek şey vardı. “Jandarma Genel Komutanlığı’nda terör saldırısına karşı emniyet almak.” Peki ama halk neden askere saldırmak istiyordu? Bir karışıklık vardı. Evet üzerinden geçen o kırmızı ışık ölüm saçan keskin nişancıların lazerleriydi. Ve binalardan ateş ediyorlardı. Gelen mermiler etrafında uçuşuyordu. Arkadaşlarından yaralananlar olmaya başlamıştı. Hain bir pusuydu bu. O da saklandığı arabanın arkasında üç mermi yemişti. En son gelen mermi ise çoktan yüzünü parçalamış ve onu olduğu yere yıkıvermişti.
Babası günlerce bu filmi başa alıp oğlunun o çaresizliğini elinden bir şey gelemeden seyrediyordu. Yol boyunca o filmi bir kez daha seyretti. Ölümü hiç yakıştıramamıştı paşasına. O gece hiç hayaline gelmemişti. Gelmezdi tabi. Henüz bir öğrenci idi o. Daha kıtaya çıkmamıştı. Bir şey olmazdı. Ama bir kaç gündür haber alamamıştı. Telefonu kapalıydı. Olsa olsa tutuklu olurdu. Çünkü bütün okul öğrencileri yani çiçeği burnundaki teğmenlerin hepsi ertesi gün tutuklanmıştı. Komutanlarını aradı. Cevap alamadı. Acaba emniyet bilir miydi? Onlar değil miydi tüm askerleri tutuklayan. Tutuklayıp ahırlara kapatan. İşkenceden geçiren. Haberlerde boy boy fotoğrafları yayınlayanlar emniyetçi değil miydi? Onlar bilirdi. İnşallah oğlu da o işkencelerden geçmezdi. Ama nafile onlardan da bir cevap alamadı. En sonunda okula gitti. Komutan “Adli tıp” demişti, “morg” demişti. Ama baba oraya gitmedi. Ne işi vardı paşasının adli tıp morgunda? O ölmemişti ki? Emniyete, valiliğe gitti. Ama tutuklular listesinde paşası yoktu. Tekrar adli tıp yoluna düştü. Morgda hiç bir asker yoktu. Bahçede bir çadır gösterdiler. Gidip oraya bakacak. Ölen askerlerin “darbeci hainlerin cesetleri” o çadırın altında imiş. Ne demekti bu? Onun paşası nasıl darbeci hain olurdu? Çadırın içinde onlarca asker cenazesi vardı. On beş gün olmuş. Temmuz sıcağının altında halen çadırın içindeler. Morgu bile çok görmüşler ya da yer bulamamışlardı. Çöp torbaları gibi üst üste. Vücutları paramparça. Tanınması mümkün değil. Sadece parçalanmışlar ama bozulmamışlardı. Sanki daha yeni vurulmuşlardı. Tek tek baktı askerlere. Paşa yoktu. “Benim paşam yok burada.” dedi yetkiliye. Dedi ama oradakilerin hepsi birer paşaydı. Hangi ananın hangi babanın paşasıydı kimse bilmiyor. On beş gündür oradaydılar. Üst üste. Kanları birbirine karışmıştı. Buna hangi kalp dayanır? Hangi zalim bunları reva gördü bu paşalara? Daha bunun gibi şeyleri düşünüyor hem orada yatan gençlere acıyor hem de gözü yaşlı ana babalara. Keşke onlar da kendi evladı gibi yaşıyor olsaydı.
Bakmadığı bir asker kalmadı. Artık başka yerlerde arayacaktı paşasını. O sırada bir ses duydu. “Amca buradaki askerlerin hepsinin DNA testi yapıldı. Gel senden de bir DNA örneği alalım.” Böyle bir şeye gerek var mıydı? Zaten hepsini tek tek incelemişti. Paşa yoktu orada. Çoğu tanınmaz haldeydi. İçinde bir endişe de yok değildi hani. Örneği verdi. Sonucu bekledi. Sonucu getiren görevli sanki sıradan bir olay gibi açıkladı sonucu. “Sizin DNA’nız ile buradaki 58 numaralı cesedin örneği örtüşüyor. Sizin cenazeniz 58 numara.” Artık babanın gideceği bir kapı yoktu. Oğlunu, paşasını bulmuştu. Şimdi ne yapacaktı? Nasıl götürecekti onu oradan? Belediyeden yardım istemeye gitti. “Hainlere cenaze arabası yok!” dediler. Valiliğe gitti “Teröristlere araba mı verilir.” terslediler. Duyduklarına inanamıyordu. Paşası nasıl darbeci olurdu? Komutanlarından izinsiz nasıl darbeye karışırdı? Ama buna kimseyi inandıramıyordu. Ne yapacaktı?
Paşanın arkadaşlarından birinin babasını aradı. Onun bir kamyoneti vardı. O şekilde paşasını alıp memleketine doğru yola çıktılar. Aile kabristanına defin için belediyeden izin almak gerekiyordu. Belediye başkanını tanıyordu. Yardım eder diye düşündü. Öyle bir cevap beklemiyordu. “Hainlere mezar yok!” İnanamıyordu. “Aman Allah’ım! Nasıl bir musibettir bu? Nasıl dayanırım Allah’ım buna? Anasına bunları nasıl söylerim? Dayanır mı ana yüreği buna?” Yol arkadaşı da şaşkındı. Nasıl teselli edeceğini bilemiyordu. Şehre girdiler. Doğru evlerine yöneldiler. Mahalle halkı çoktan toplanmıştı. Cenazeyi mahalleye de sokmak istemiyordu. Paşanın annesi de perişandı. Çıksa sokağa, seslense kalabalığa, “Benim yavrum nasıl hain olur?” dese kim duyardı? Gözü dönmüş halk neredeyse cenazeyi bile parçalayacaktı. Arabanın yönünü çevirdiler. Annesinin köyüne…
Daha köye varmadan haber uçmuştu bile. Köyün girişine toplanmıştı halk. Set oluşturmuşlardı. Ellerinde bayraklar hep bir ağızdan bağırışıyorlar; “Bu köyde hainlere yer yok!” Baba yalvarsa da yakarsa da söz dinleyeceğe benzemiyorlardı. Akşamın bir vakti o köyden de geri döndüler. Paşalarını mecburen evlerinde ağırlayacaklardı birkaç gün. Belki ortalık yatışır ve uygun bir zamanda uygun bir yere defnedilirdi. Eve getirdiler. Kilere yerleştirdiler paşayı. Bir gün geçti, iki gün geçti, üç gün geçti. Ama her geçen gün halkın içindeki kin ve nefret alev topu gibi büyüyordu. Hiç yatışacağa benzemiyordu olaylar. Kontrolden çıkmak üzereydi. Bazı işyerleri, binalar taşlanıyor, cam, çerçeve dağıtılıyordu. Dükkan, tezgah yerle bir ediliyordu. Artık sıra ev baskınlarına doğru geliyordu. Teröristlere, hainlere hayat hakkı tanımayacaktı halk.
Hısım akrabadan kimse kapılarını çalmadı.Baş sağlığına gelmedi. Kapılarına da kabul etmediler. Yardımcı da olmak istemediler. Baba artık son çare olarak paşasını evlerinin bodrumuna gömmekten başka çare bulamamıştı. Ama diğer oğlunun sözü ile şimdi yola çıkmışlardı. Gittiler, gittiler… Sanki içlerinden bir ses onlara bir yer göstermişti. Burası baraj kenarında ıssız bir yerdi. Gecenin koynunda, ıssız ve sessiz bir yer bulmuşlardı. Baba oğul mezar kazdılar. Paşayı gözyaşları içinde defnettiler. Eski bir köy yeriydi burası. Baraj yapımı için boşaltılmıştı. Hele kışın buralara gelip gitmek mümkün değildi. Unutulmuş bir yerdi. Nasıl gelinip gidilecekti? Hiç olmazsa arada bir ziyaret edebilselerdi.
Bir zaman sonra ortalık yatıştı. Kısmi bir aydınlanma oldu. Olayların iç yüzünü öğrenmeye başladı insanlar. Şehrin siyasilerinden birisi paşanın mezarını aile kabristanına getirmek için ağırlığını koydu, yol açmaya başladı. Hiç olmazsa yakın bir yerde mezarı olacak diye aile teselli oldu. Ancak paşa yerinden memnundu. Issız bir yer olsa da, başında bir mezar taşı olmasa da. Paşa oradan ayrılmak istemiyordu. Bunu annesine bir rüya ile bildirmişti. Yattığı yerde kendi gibi bir çok şehit vardı.