GÜNEŞ DOĞMAKTAN VAZGEÇMEZ
SAMET NACİ
Bazı şeyleri yazmak zordur. Hatta çok zordur. Aslında gün içinde boş yere kullandığım kelimeleri şimdi öylesine bir özen ve intizam ile yazmam gerekiyor ki bu tıpkı çocukluğumdaki futbol maçlarının kadrosunu belirlemek için girişip her adımı hesaplayarak attığım bir aldım verdim mücadelesi. Çok uzun zaman oldu sana yazmayalı. İnsan yazar kuşlar okur; insan yazar su okur, insan yazar gökyüzü okur… ancak insanın yazdığını insan okuyacak olduğu vakit işler değişir. Zira gökyüzü en kötü ihtimalle yağmur yağdırır ama güneş doğmaktan vazgeçmez. Bir kuş göç etmeyi erteler fakat uçmayı unutmaz. Bir ağaç geç giyinir bahar giysisini lakin unutmaz her mevsim giydiği elbiseyi çıkarmayı. Canlılarda böyle bir etki bırakabilir yazılanlar. Bir insan okur yazılanları. Beğenmezse vakit kaybıdır. Beğenirse insan olduğunu hatırlatan bir kâğıt parçası. Henüz kendisi dahi bir insan olduğundan şüphe duyan bir insanın yazdıklarını okuyan bir diğer insanın insan olduğunu hatırlaması ne denli olağandır? Burada söz konusu ben olduğum için başımdan geçen her şey gibi bunun da beklenmedik bir şekilde sonuçlanması gayet normal.
Sen de beş, ben diyeyim on yedi aydır yazmıyorum sana. Ancak yazdıkları kadar yazmadıkları da insana bir şeyler katıyor. Yazdıklarım bana hiçbir şey katmamış. Sana bir şeyler katacağını umarak en azından benden bir şeyleri kelimelerle sana ulaştıracağını umarak durmadan yazdığım o yazılar şimdi derenin bir ucundan karşıya geçmek için tek aracı kuru bir yaprak olan devasa bir yaratık gibi. Her ne olursa olsun sağ elimin sağındaki küçük dikiş izlerinin boşluğu grafiti gibi simsiyah olduğu vakit bir şeyler için çabaladığımı ilk defa gördüğüm ve “Galiba bu benim kaderim.” dediğim andır. Uzun zaman oldu. Bir market kuyruğunda bir başkasının dedikodusunu yapıyor ve sen yine -öyle sanıyorum- sol elindeki yara izini bana göstermek istemiyorsun. Üzerinde siyah şişkin bir ceket var. Hiçbir detayı atlamamak neye delalet eder hiçbir fikrim yok. Oysa çok da dikkat etmeyen, hatta yürüdüğü yolu bir defada aklında tutmaya dahi kabil olmayan biriyim ben. En sevdiğin rengi mor, en sevdiğin çiçeği papatya, en sevdiğin bir diğer şeyi deniz olarak hatırlıyorum ve bu ülkede deniz yok. Bu ülkede papatya görmedim. Bu ülkede güneş batarken hiçbir manzarada mor rengine en ufak bir yer yok. En sevdiğin şarkıyı hatırlamıyorum. Ama yine bir ders arasında içinden hızla çıktığımız binanın yanındaki ilkokul çocuklarının 23 Nisan gösterisine hazırlanırken, eşliğinde dans ettikleri ve yine uyku harici bir vakitte gözlerimi kapatıp hayal etmeye çalıştığım bir şarkı olduğunu anımsıyorum. Sonra gözlerini kaçırıyor başını birkaç saniye için yere eğiyor ardından kaldırıp gözlerinle gökyüzünü selamlıyorsun. Tanrı’nın bahşettiğinden emin olduğum, yanında geçen günler tükendiğinden beri, gökyüzü hiç mavi değil. Bir renk varsa şayet o da gri… Gri… Ancak bir gri bu kadar gri olabilir.
Neden bugün? Neden şimdi? Ve neden sana yazıyorum? Bilen varsa duymak istemiyorum. Çünkü daha evvelden de hiç sana yazmayı istemedim. Bu yazmak eyleminin ve bu eylemin sana olmasının her daim bana yaptırıldığı kanısındayım ve bu kanıyı çok seviyorum. Ne zaman dışarı çıksam, dönecek olduğum her bir köşeye ulaşmadan beş saniye evvel adımlarımı yavaşlatıyor ve bir anda bedeninin o köşeyi dönecek olma ihtimalinin başını çiçeklerle donatıyorum. Hiçbirinde olmuyor. Şimdiye kadar o kadar çok hayal kurdum, o kadar çok bekledim ki böylesine sihirli bir vakanın gerçekleşmesini. Olmadı. Olmayacak gibi duruyor olması olmayacak kelimesini desteklemiyor. Şunu biliyorum ki bu dünyada olmayacak tek şey ölenin geri gelmesi.
Kardeşim geri gelmedi. Gelmeyecek de… Rüyalarıma ondan çok giriyor olmanı bazen sevmiyorum. Her gece dua edip yatıyor, lakin yine ve yine seni görüyorum. Bana ne yaptığını bilmek dahi istemiyorum. Bir gün apansız bir soru soracak doktorlar. Şayet Hipokrat biraz adamsa ve birkaç kitap okuduysa neden içtiğimi soracak bu sigara denen zıkkımı. Eminim ki bu tip bir kontrole tek başıma gitmemiş olacağım ve ailem de bu soru bana yöneltildiği anda orada olacak. Annemin gözlerine bakıp “Bir kadını senden daha çok sevdim.” diyemem. Dememeliyim. Bu onu üzer. Çok üzer. Bir annenin üzülmesi demek bir ülkenin savaşa girmesi demektir. Senin için bunları göze almış gibi duruyorum. Vicdanen çok rahat olmam beni çok rahatsız ediyor. Ama hep dediğim bir şey var ya. Bir gece duvara döndüm. Ve dedim ki “O varsa ben de varım yoksa ne demeye yaşıyorum? Anladın işte. Kimseden ses seda çıkmadı. Uçaklar aldı beni çok uzaklara koydular. Babam kelepçeli idi o zaman. Bir garip hayalin peşine düşmüş. Öylesine yaşıyordum. Bir sabah bir telefon gelmedi. Bir telefon gelmesinden yahut gelmemesinden daha kötü ne olabilir biliyor musun? Ettiğin bir telefona cevap gelmemesi…
Evime kaderimi yapıştırdığım duvara gidiyordum bu defa. Ancak ağlayan bir annenin kolundan tutuyor ve gözlerimin alabildiği kadar gökyüzüne bakıyordum. Henüz son defa sarılamadan gitmişti evden biri. “Güle güle git” diyemeden. İnsanlar hep böyle mi? Hep mi son bir şans vermeden gitmek zorundalar? Aslında değilmiş gibi duruyor, davranıyor, yaşıyor ve bakıyorlar ama aslında içten içe güle güle demeden gitmenin planını yapıyorlar biliyorum. Babamla beraberdik yıkadığımızda. Hiç dokunamadım. Yalnızca bir defa göğsüne elimi koydum buz gibiydi. Elim belki bir saniye durdu ama o esnada saçlarım beyazladı benim. Dişlerim döküldü. Belim büküldü. Gitti ama. Hiçbir şey diyemeden gitti. Açıklama yapmadı; yapası yoktu demek ki. Hem neyi açıklayacaktı ki….
Esasında dün gece gördüğüm rüyayı yazacaktım. Baksana laf lafı açtı. Uykuyu ve rüyayı yazmak belki asırlardır insanların yapmaya çok muktedir olamadığı fakat denemekten asla vazgeçmediği bir olay. Ünlü ressam Salvador Dali eline bir çay kaşığı alır kolunu yataktan sarkıtır ve bu arada kaşığı çok özensiz tutar. Amacı uykuya daldığı an hissizleşen elinden düşecek olan kaşığın sesi ve elindeki titreşim sonucu uyanıp o an zihninde oluşan görüntüleri yazmaktır. Ben buna ihtiyaç duymadım. Zira dün gördüklerimi gayet iyi hatırlıyorum.
Senin de duymuş olacağın gibi rüyaların bir başı ve sonu yoktur. Benim rüyamın da bir başı yok. Burada üç aylık bir süredir gidip harçlığımı çıkarmaya uğraştığım iş yerine gidecek oluyorum rüyanın hatırlayabildiğim kadar başında. Ardından yine oraya gitmek için kullandığımız arabadayım. Ama normalde otomobil şeklinde olan araba rüyamda büyük ve içerisinde ayakta durabiliyorum. Yanımda birisi var. Hatırlamıyorum kim olduğunu. Ardından sol tarafımdan biri geliyor elini omzuma koyuyor yanımdan geçip arka koltuğa oturuyor. Saçları sarı gözleri kahverengi. Üzerinde hardal renkli bir deri ceket içinde yeşil bir bluz var. Sanki beni yıllardır tanıyormuş gibi samimi ve yakın bir tavrı var. “Seni nereden tanıyorum? diye soruyorum. “Bilmem” diyor; gülüyor. “Biliyorum ben seni ama nereden? diye geçiriyorum aklımdan. Sohbet ediyoruz. Ben yüzüne kilitlenmiş bir haldeyim. “Kimsin? Nereden geldin? Neden geldin? Burada ne işimiz var?” gibi soruların tonlarcası geçerken aklımdan araba hareket ediyor. Kolunu sol taraftaki pencerenin önüne uzatıyor. Yanımdakiyle konuşuyor. Keşfedilmemiş bir kıtaya adım atarcasına dokunuyorum koluna. Bu tende tanıdığım bir şeyler var. Ama yok çıkaramıyorum. Elli tane okul gezdim. On bin insanla tanıştım. “Kim bu yüce dağlar? Bu kuşların kanatlarına fer veren kadın kim?” Bulamıyorum. “Kim bu?” Ardından araba duruyor. İniyor özgür ruhlu kırlangıç. Yüzüme dönüyor gri bir şapka var başında, ucunda tavşan kuyruğu bir topuz. “Beni tanıyorsun sen.” diyor. “Bulacaksın.” Ne hikmettir bilinmez telefonumu iş yerinde unutmuşum. Gidip alıyorum. İçinde anlam veremediğim bir mesajlaşma uygulaması var. Böyle ayıcıklı falan, değişik. Yani bana göre değil. Birkaç bildirim var. Mesaj “Benim” yazıyor “nasıl tanımazsın beni?” Rüya bitiyor aklımda hala kim olduğun var.