Sarp bir tepeye doğru var gücüyle tırmanmaya çalışıyordu. Nefes nefese tepeye ulaştı. Kendini bir mağara ağzında buldu. İçeri girdi; daracık tünel boyunca ilerledi. Yolun sonunda önüne peri bacalarındaki yer altı şehirleri gibi bir galeri çıktı. Her tarafta tünel girişleri olan bir alandı burası. Düşünmeden tünellerden birine daldı. Nefesi daralıyor, zorlukla ilerliyordu. Göğsü çelik bir kafesle sıkılıyor, ciğerlerine hava gitmiyordu adeta. Tünelin sonunda belli belirsiz bir ışık görüp heyecanla duvarlara çarpa çarpa koştu. Sonunda tünelin sonundaki ışığa ulaşmıştı. Serin bir hava ciğerlerine doldu. Sevinçle dışarı bakarken birden kanı çekildi adeta. Aşağısı derin bir uçurumdu. Düşünmeden kayalardan aşağı inmeye başladı. İndi,indi… Birden ayağı kaydı ve aşağı düşmeye başladı.
Korkuyla yerinden fırladı. Etrafına bakındı. Salonda koltuktaydı. Yine saatler boyu uyuyamamış, sonunda oturduğu yerde sızıp kalmıştı. Haftalardır bu böyleydi. Uykusuzluktan gözleri yüzüne bir avuç kum atılmış gibi sızlıyor ama bir türlü uykuya dalamıyordu. En sonunda sızıp kalınca da nefes nefese koştuğu, bir yerlerden tırmandığı ya da bir yerlerden düştüğü rüyalar görüyor ve sıçrayarak uyanıyordu.
Saate baktı. Saat beş buçuğa geliyordu. “Vakit yaklaştı.” dedi kendi kendine. Abdest aldı. Daha sabah namazına vakit vardı. Kur-an’ı Kerim aldı eline okumaya başladı. Saat altı olunca daha bir dikkat kesildi. Ses seda yoktu. Altı buçuk oldu saat. Gözü sık sık saate kayıyor zaman geçmek bilmiyordu. Saat yedide asansör çalıştı. İçine bir ürperti geldi. Korkuyla kapıya baktı. Asansör bir daha çalıştı ve durdu. Derin bir nefes bıraktı. Komşu işe gidiyordu. Ondan sonra asansör işe ve okula giden komşular tarafından defalarca kullanıldı. Saat sekiz buçuk olunca rahat bir nefes aldı. Şükür, bu gün de gelmemişlerdi.
Üzerindeki gerginlik biraz olsun kalkmıştı ama şiddetli bir baş ağrısı başlamıştı. Bir ağrı kesici alıp yatağına uzandı. Allah’tan birkaç saat uyuyabildi. Uyandığında oğlunun odasına baktı, gitmişti. Durumunu bilen oğlu, artık kendi kahvaltısını yapıp onu uyandırmadan okula çıkıyordu. Hiç bir şey yiyecek hali yoktu. İş yapmaya da mecali. Öylesine boş boş oturdu. Sonra hazırlanıp çıktı. Bir süredir uğramak istediği arkadaşına gidecekti.
Kapıyı açan arkadaşını görünce bir an şaşırdı, omuzlarından aşağı sarkan saçlarını kısacık kestirmişti. Neredeyse boş bulunup tanıyamayacaktı. Arkadaşı onu görür görmez hıçkırarak boynuna sarıldı. “Ben de sana gelecektim ama Ayşe hasta, kaç gündür evden çıkamadım.” dedi. Bir müddet birbirlerine sarılmış bir vaziyette ağlayan arkadaşı sonunda onu bıraktı. Elinden tutup kanepeye oturdu. “Geçmiş oldun Yavuz Bey tutuklanmış. Çok istedim ama malum, gelemedim.” dedi. “Sağol” deyip sustu. Bir süre önüne baktıktan sonra “Sen nasılsın?” diye sordu. Arkadaşı köşeyi işaret etti “Bavulumu hazırladım.” Buruk bir şekilde güldü “Benim de hazır.” dedi. “Sen de mi? Hadi ben kurucu üyeydin ya sen?” Mahzu cevap verdi “Evet, ben kurucu değil ama üyeydim. Hatice haber göndermiş. Beni de sormuşlar. Zaten bekliyordum. Bakalım ne zaman gelirler.” Başını önüne eğdi. “Gitsen buradan” dedi arkadaşı. “Nereye gideyim ki? Eşim tutuklu, onu bırakıp nereye gideyim? Hem gidecek yerim de yok.” Arkadaşının sesine biraz daha hüzün çöktü. “Necmiye’ler evi annesinin köyüne taşımışlar. Boşa kira vermeyelim.” diyorlar. Başını kaldırdı birden “Onlar da ihraç edilmişti değil mi?” Keder neredeyse arkadaşının dlinde ete kemiğe bürüncekti “Evet. Siz ne yaptınız? Sizin de kira eviniz.” “Bizim köyde evimiz yok ki, boşaltsak nereye koyacağız eşyaları? Annemlerin evi ancak kendilerine yetiyor. Eşim ihraç olduktan sonra iş bakmaya başlamıştı ama fırsat olmadan gözaltına alındı. Şimdi de tutuklu. Ben bakınıyorum ama beni de sormuşlar.”
Beni de sormuşlar demek, gözaltı sırası bana da gelecekmiş demekti. Biraz sustuktan sonra devam etti. “Sen ne yapacaksın?” Ellerini çaresizlikle açtı arkadaşı. “Bilmem işte, bavulumu hazırladım.” Ellerini başına götürüp saçlarını parmak aralarından geçirdi. “Gördüğün gibi saçlarımı kestim.” İlk anda görünce şaşırmıştı ama bağlantıyı kuramadı. Soran gözlerle baktı. Acı acı güldü arkadaşı. “Gözaltı kaç gün sürüyor bilmiyor musun? Şanslı olanlar on-onbeş gün sonra çıkıyor da. Çoğunlukla en son sınıra kadar gözaltında tutuyorlar. Orada soğuk suyla nasıl yıkayayım? Mecburen. Bunlar o kadar önemli değil de Ayşe’yi ne yaparım bilmiyorum. Daha süt emiyor. Üstelik de yeni yürümeye başladı. Nezarethanede ne yapar? Bünyesi zayıf, o buz gibi nezarethanede nasıl ısıtırım onu? Bırakacak kimsem de yok. Zeynep sınavlara girecek. Evde nasıl tek başına kalır? Daha 13 yaşında.” Yeniden ağlamaya başladı. “Annem vefat etmemiş olsaydı, destek olurdu.” dedi. “Ablan?” dedi ama daha derken pişman oldu. Kronik böbrek hastasıydı ablası. Daha bir sürü hastalığı vardı da arkadaşı sık sık ona yardıma giderdi. Ev işlerini yapar, yemeklerini pişirirdi. “Hasta haliyle nasıl baksındı kadıncağız” diye düşünürken, duyduklarıyla şok oldu. “Ablam bizimle görüşmüyor artık. Öyle bir kardeşi yokmuş.” Bir şey demedi. Zaten diyecek bir şey de yoktu. Nasıl cehennemi bir haldi ki en yakın akrabalar, arkadaşlar birbirinden ayrı düşmüştü?
Konuyu değiştirmek istedi. Bir teselli umuduyla “Mustafa bey ne yapıyor?” diye sordu. “Şehirler arasında toptan mal satıyor. Günlerce gelemiyor. Zeynep nasıl kalsın tek başına?” Biraz daha kederlenmişti. “Dükkanı nasıl yaptınız?” Biraz umursamazlık verse de sesine gçzleyemediği bir hayal kırıklığı ayan beyandı. “Devrettik” dedi. “Zaten devretmesek kayyum atayıp el koyacaklardı. Aldığımız parayla borçlarımızı kapattık hiç olmazsa. Tam işler düzene giriyor, borçları azalttık derken devretmek zorunda kaldık. Ne zorluklarla açıp, ne sıkıntılarla bu günlere getirmiştik! Yavrum Zeynep dükkanda kolilerin üzerinde yaptığım yatakta uyuyarak büyüdü. Biz karı koca gece gündüz çalışırdık. İşte nasip böyleymiş.” Birden gözlerine yerleşen sevincin pırıltıları saçıldı. “Amaan!” dedi “hep dert hep keder. Biraz da güzel şeyler konuşalım bari. Ne güzel anılarımız var o dernekte. Ta ki kapatılana kadar. Ne çok, ne güzel insan tanıdık, sevdik. Ne güzel işler yaptık. Hatırladın mı hani pikniğe gittiğimiz o son yazı. Yağmur birden bastırınca kendimizi ağaçların altına zor atmıştık da yine de ıslanmaktan kurtulamamıştık.” İki kadın gülmeye başladılar. Sağanak yağmur dindikten sonra hiçbir şey olmamış gibi pikniğe devam etmişlerdi, bursiyer öğrencileri ile.
“O gün Şerife kazanmıştı çoğu yarışmayı.” derken, gülen arkadaşı arkadaşı birden sustu. Farkında olmadan yarasındaki kabuğu kaldıran kişinin acısıyla buruştu yüzü. “Biliyor musun?” dedi “Şerife’nin kocası bir çok esnaf arkadaşının ismini vermiş.” Şaşırmıştı. “Neden? Onu gözaltına filan almamışlardı ki! Ne geçti eline onca insanın başını yakınca?” O bilindik hüzün yine gelip yerleşmişti diline “Gidip şikayet etmiş. Onlara kayyum atanmadı o yüzden.” “Hımm…” dedi sustu. Sonra tereddütle konuştu. “Vildan vardı ya hani, eski komşum. O da öğretmenliğe başlamış.” Şaşırdı arkadaşı “O nasıl öğretmen oldu ki! Açık Öğretim ön lisans mezunu. Hem de eğitim fakültesi mezunları atanamıyorken.” Alayla hafif yukarı kalktı dudakları. “Sence nasıl oldu? Beraber Kpss kursuna gittiği, tanıdığı 70 küsur insanın ismini vermesinin şerefine ödüllendirilmiş. O şimdi bir öğretmen!” Acı acı tebessüm ettiler ikisi de, cadı avı ne hale getirmişti ülkeyi.
“Ay sana bir şeyler ikram etmedim” diye ayağa kalkan arkadaşını durdurmaya çalışırken, oda kapısı açıldı. Ağzında emziği ile gözlerini ovuşturarak, ipek saçları karma karışık bir şekilde Ayşe girdi odaya. Uykudan kalkmıştı. Paytak adımlarla odanın ortasına ilerledi. Koşup sarıldı Ayşe’ye. Ama Ayşe içini çekerek dudaklarını büzünce, ağlamasın diye annesine uzattı. Yavrusuna sımsıkı sarıldı annesi. Okşayarak teskin etti “Hadi gel, aman da kızım uyanmış, güllere boyanmış!” diye şefkatle öptü. Derin derin kokusunu içine çekti. “Söyle” diye fısıldadı “ne yapayım yavrularımı? Bu nasıl bir zalimlik! O insanlar nasıl evlatlarına sarılıp yavrularının yüzlerine bakabiliyorlar? Kime bırakayım evlatlarımı?” Önüne bakıp sustu. Normalde “Ben bakarım.” derdi ama o da sırasını bekliyordu işte. “Ben gideyim” dedi. “Sen de Ayşe’yle ilgilen.”
Arkadaşı kapıdan uğurlarken dönüp baktı, el salladı. İçinden “Bakalım sıra önce hangimize gelecek?” diye geçirdi. Eve geldi. Kocasının ayakkabıları kapının önünde duruyordu. Özellikle içeri almamıştı. Evde erkek var zannedilsin diye. Ama ayakkabıların üzeri tozlanmıştı. Giyilmediği beliydi işte. Umursamadı, içeri girdi. Kapıyı kapattı.
Bu gece de uykusuz zili bekleyecekti. Hani sabahın köründe saat beş ya da altı civarı çalan zili. İnsanları evlerinden, sevdiklerinden ayıran zili. Ellerindeki listelerle şehrin sokaklarına dağılıp ekip arabalarıyla kadınları toplayanların çaldığı zili. Bazen sırf, insanları komşularının önünde küçük düşürmek için apartmanın bütün zilleriyle beraber çalınan zili.
Bekleyecekti; binlerce kadın gibi….