Ahmet Yılmaz
Bir seher vakti, günün ilk ışıltılarıyla, bir seyr-i sülukta buldum kendimi. Uçan bir halı üstünde şimşek hızıyla gidiyorum. Avrupa üzerinden geçerken ormanlar ile sanayi bacaları gökyüzünde daha fazla alan kapmak için adeta bir yarış halindeydiler. Avrupalıların özgür yaşantısı hayvanlarına da yansımış. Gruplar halinde geyikler, keçiler, yaban ördekleri, kazlar ve çeşit çeşit diğer hayvanlar şehir içlerine kadar inip dolaşıyorlar fakat onlara zarar veren hatta dönüp bakan dahi yok. Kurbağa sürüleri bile otoyollardan geçerken o saatlerde trafiğin kendileri için durdurulduğunun farkında gibi. Anlaşılan, İlâhi Kudret onlara, o bölgenin insanlarına güvenebileceklerini hissettiriyor. Tam Baltıklardan geçerken aşağıda suların altında ve üstünde hummalı bir çalışma fark ediyorum. Su samurları ağızlarındaki dal ve odun parçaları ile akarsularda ve deniz kenarlarında kusursuz setler yapıyorlar. Yuvalarına ancak sudan girilebilen, en güvenlikli yuvaları yapan hayvanlar olan su samurları hangi üniversitelerden yüksek mühendislik eğitimi almışlar acaba? O da ne? Hemen az ilerde hüzünlü bir porsuk grubu aileden ölen birini insanlar gibi toprağa gömmekle meşguller. Cenaze töreni yapan tek hayvan grubu bunlar galiba!
Tamamen buz deryası olan Grönland üzerinden geçiyorum. Dünya buradan çok üzgün görünüyor. Buzullar eridikçe sanki onun da yüreğinin yağı eriyor. Kuzey Amerika kıtasına doğru geçerken kış uykusundaki kutup ayılarının nefesi eriyen buzulların buharıyla birleşerek salına salına gökyüzüne doğru yükseliyor. Tepelerde aç çakallar kurtların sürek avına gözlerini dikmiş geyiklere nasıl bir taktik izlediklerini anlamaya çalışırken karınlarının gurultusundan nerdeyse köstebekler bile rahatsız. Bu kurtların avlanması da askeri bir strateji gibi: Lidere uyum ve sonuca ulaşma gösteriyor ki, bunların da ilâhi güçten diplomalı oldukları aşikâr. Somon balıklarının görüntüsü de çok ilginç. Üreme için dünyanın dört bir tarafından binlerce kilometreyi yüzerek her yıl aynı yerde toplanmaları, onlara İlâhi Kudret’in en modern pusulayı öğrettiği anlaşılıyor. Alaska’dan güneye inerken sanki Dünya Büyük Kanyon’la ortasından yarılmış gibi ürpertici gözüküyor. Çevresindeki dağ, göl ve nehir manzaralarının güzelliği ise karşılaştırma yapmak için özel dizayn edilmiş gibi. İnsan kendini hemen bu yağlıboya tablo gibi görünen manzaranın içine atmak istiyor. Amerika kıtasının kuzeyinden güneyine geçerken iki kıta arasındaki adacıkların güzelliği ise cennetteki güzelliklerden sanki küçük numunecikler. Buraları elde etmek için insan neler yapmaz ki? Güney kıtası dünyanın oksijen deposu… El değmemiş muhteşem ormanları ve geniş havzası ile ayrıca devasa Amozon nehriyle kendine has ayrı bir dünya. Oradan güneye indikçe And dağları üzerindeki bembeyaz kar kütlesi ile en güneye kadar uzanmış ve Antartika’nın buzdan uzattığı elini sanki tutmak istiyor.
İşte şimdi Antartika dünya küresini üzerinde tutan ve boşlukta yüzen buzdan bir gondol gibi tüm ihtişamıyla meydana çıktı. Öyle bir gondol ki ucu bucağı yok ve onu yüzdüren ne bir yelken var ne de kürekler. Üzerindeki bu devasa yükle onu mermi hızından daha süratli ve döndürerek uçuran güç ne büyük bir güç.
Tekrar kuzeye doğru yöneldiğim zaman Afrika’nın kırmızı topraklarının Güneşin batışındaki kızıllığıyla bütünleşmesinden oluşan pastel bir dünyaya geçiyorum. Kendimi birden çeşit çeşit ve güzellikleriyle kendini sevdirmek isteyen yaban hayvanlarının mutlu dünyasında buldum. Dört bir taraftan gelen değişik seslerin hepsi bir orkestranın parçası gibi. Ne kadar farklı olsalar da bir melodi tatlılığında insana huzur veriyor. Ne o kadar ses kulak tırmalıyor ne de manzaraların güzelliğinde bir uyumsuzluk var. Görüntüdeki ahenk saatlerce yaratıcının tefekkür edilmesi gerektiğini haykırıyor sanki. Hint Okyanusu’ndan geçerken oradaki ülkelerin binlerce yıllık kültür yapıları, ormanlar ve hayvanlarla tamamen kaynaşmış olduğunu görüyorum. Yine binlerce güzel adacıklardan geçip Avustralya kıyılarına gelince bu kıtanın kenarda yetim gibi durmasına rağmen üzerinde yaşayan ve dünyanın diğer taraflarında görülmeyen hayvanları ile oranın sıcak çöllerinde ayrı bir koloni oluşturduğu anlaşılıyor. Amerika ve Afrika kıtalarının güneyinde gördüğüm penguenler buralarda da dolu. Siyah paltolu adamcıklar gibi küçük adımcıklarla yürürken ağız ve kursaklarındaki balıkları yavrularına yetiştirme telaşındalar. İlginç olan binlerce yavru arasından kendi yavrularını eliyle koymuş gibi bulmaları! Yaratıcı onlara doğuştan navigasyon sistemini vermiş demek ki!
Buradan tekrar kuzeye yöneldikten sonra Japonya üzerinde pembe renkli flamingoların ritmik dansı içinde buluyorum kendimi. Bu büyük sahnede binlerce kuşun aynı andaki hareketleri, halay çekiyor gibi gidip gelmeleri, eşlerinin reddedemeyeceği reveransları ve ilginç selamlamalarıyla sanki Avrupa’nın bale kurslarını bitirmiş gibiler. İnsanların yıllarca çalışarak öğrendiği bu sanatı bu hayvancıklar nereden öğrenmiş ve bu gösteriyi kim yönetiyor? Uçsuz bucaksız Sibirya’dan geçerken bütün insanlar ve hayvanlar buzdan heykellere benziyorlardı. Sadece yaşamaya çalışıyor gibi bir halleri vardı. Orta Asya steplerinde ise uzaktan ani zikzaklar çizen siyah bir bulut göründü. Yaklaştıkça anlaşıldı ki binlerce sığırcık kuşunun yaptıkları ilginç kavisler, bir perde gibi açılıp kapanmaları, yeryüzünü okşar gibi hızlıca yere süzülüp tekrar hep birlikte yukarıya doğru pervazları ve bunu tek bir kuş gibi yapmalarından oluşan inanılmaz bir gösteriydi. Evet bu gösteriyi yöneten de elbette yine onları yaratan büyük kudretti. Artık seyahatim bitmek üzere ve Anadolu üzerine doğru yaklaşıyorum. Gökyüzünde müthiş bir kalabalık var. Sayısız göçmen kuş “V” şeklini almış kıştan bahara doğru göçüyorlar. Hüzünlü bir halleri olsa da binlerce kilometre uzaklıktaki ülkelere olan bu göç sonuçta bir sevk-i İlâhi olup herhalde onlara maddi ve manevi çok şeyler kazandıracak.
Bu tayy-ı mekân mıydı, yakaza mıydı, rüya mıydı, hayâl miydi yoksa gerçek miydi anlayamadım! Fakat, bitkilerle dünyayı devamlı olarak bir gelin gibi süsleyen ve kendi akıllarıyla başarmaları mümkün olmayan hayvanları oradan oraya sevk ederek daha güzel mekanlarda yaşamasını ve beslenmesini sağlayan Yüce Mevla’nın göçmen kuşlar gibi dünyanın dört bir tarafına insanları muhacirler olarak göndermesi hiç mümkün müdür ki hikmetsiz olsun?