Otobüs terminalin kapısından çıkınca son bir defa daha el salladı ama görmeyeceklerini biliyordu. Üç gündür yatma saatleri hariç neredeyse her anını beraber geçirdiği koşturmaktan herkesin iflahının kesildiği misafirleri artık yola çıkmışlardı. “Şimdi iyi bir dinlenmeyi hak ettim.” diye düşünüyordu ki elinin hala havada olduğunu farketti. “Alışkanlık” deyip gülümsedi. Birden kolundaki saate gitti gözleri. Eyvah! ikindi namazı geçmek üzereydi. Etrafına baktı ve bütün cesametiyle her zaman orada olduğunu bildiği Otogar Camii’nin yerini tesbit etti. Hızlı adımlarla ulaştı camiye. İkindinin farzını eda etti.
Dışarı çıktığında on yaşlarında bir erkek çocuğun kendisine baktığını gördü. Merdivenlere oturmuş hiçbir şey söylemeden ona öylece bakıyordu. Yanına yaklaştı. “Adın ne senin?” “Eymen” dedi çocuk. “Kaç yaşındasın?” “13 ağabey.” “Ne yapıyorsun burada? Kimin kimsen yok mu?” “Var ağabey. Annem ve iki kardeşim daha var.” Sonra sorulmayı beklemeden devam etti. “Muhaciriz biz. Yani bize burada böyle diyorlar. Suriye’den geldik.” Elini cebine attı. 10 lira seçip verdi. Çocuk hem büyük bir mahcubiyet hem de sevinçle aldı. Genelde muhacirler hakkında arsız olduklarına dair bir çok söz duyduğu için çocuğun mahcubiyeti şaşırttı onu. “Okula gidiyor musun?” “Gidemiyorum. Annem hasta. Çalışmak istedim ama iş bulamadım. Kimse çalıştırmak istemiyor. Ya da çok az para veriyorlar. Mecbur kaldım caminin önünde bekliyorum.” “Özlüyor musun ülkeni?” “Çooook!” dedi çocuk; gözleri nemlenmişti. “En çok neyi özlüyorsun?” “Arkadaşlarımla futbol oynamayı.” Gayr-ı ihtiyari gözleri ayaklarına kaydı çocuğun. Eski bir ayakkabı vardı ayağında. Şeklini, rengini yitirmiş bir ucube gibi duruyordu. “Allah yardımcınız olsun. Hep burada mı duruyorsun?” “Evet.” O sırada telefonu çaldı. Arayan eşiydi. Akşam yemeğine misafirleri vardı. Eksikleri almalıydı. Kulağında telefon konuşarak uzaklaşırken çocuğa bir ayakkabı almaya karar vermişti.
Arabaya bindiğinde tekrar çocuğu hatırladı. Uzaktan bir el hareketi ile vedalaştı. Alışverişi yapıp eve vardığında eşine sitem etmeyi unutmadı. Bu acele neyin nesiydi? Biraz dinlenseydi. Günler çuvala mı girmişti? Eşinin cevabı eline bir torba çöp tutuşturmak oldu. “Lütfen bunu atar mısın? Kutu dolmuş.” Elinde torba dışarı çıktı. Apartmanın yangın merdivenlerine büyük çöp bidonları koymuşlardı. Evde biriken çöpler oraya atılır kapıcı da evlerin zilini çalmadan oradan kolayca alır götürürdü. Yangın merdiveninin kapısını açtı. Çöp poşetini attığı bidonun yanında kırmızı bir çift ayakkabı gördü. Üzerinde meşhur bir markanın çentiğe benzeyen logosu vardı. “Allah Allah!” dedi “Ne kadar müsrif bir toplum olduk! Yepyeni ayakkabıyı çöpe atmak da neymiş? Belki de ihtiyaçları kalmadı. Kapıcı alıp birisine versin diye bidonun yanına koymuş olabilirler” diye fikir yürürüttü ve gözleri birden sevinçle parladı. “Eymen!” dedi. “Eymen kısmetin buradaymış oğlum.”
Hemen arabaya bindiği gibi camiye ulaştı. Cemaat yatsı namazı için toplanmaya başlamıştı. Eymen’i aynı yerde otururken buldu. Ayakkabıları uzattı. “Dene bakalım” dedi. Ayakkabı sanki Eymen için yapılmıştı. Çocuğun mutluluğuna diyecek yoktu. Sevinçten gözleri yaşarmış minnetini ifade için gelip sarılmıştı. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu ki telefon bir daha çaldı. Eşiydi arayan. “Nerede kalmıştı? Misafirler gelmek üzereydi. Neden hep böyle olmak zorundaydı.?” Hızla arabaya binip eve döndü. Mutluluğu misafir ağırlama ile birleşince katlanmış neşeli geçen bir kaç saatten sonra huzurlu bir uyku çekmişti.
Ertesi gün Cuma namazı için Otogar Camii’ne gitti. Bu mücessem yapıda huzurun tadına varırdı. Özellikle de kimsenin olmadığı vakit aralarında namazdan sonra bir köşede Kur’an okumak bazen de sadece kendini, iç sesini dinlemek için harika bir yerdi burası. Ama bugün burayı tercih etmesinin özel bir sebebi vardı: Eymen. Girişte gözleri onu aradı ama göremedi. İçeridedir diye düşünüp girdi camiye. Oturduktan sonra dizleri üzerine doğrulup gözleri ile etrafı taradı ama yine de göremedi. “Belki de gelmedi” diye düşünmeye başlamıştı ki uzaktan kendisine çevrilmiş iki göz farketti. Aynı minnet hisleri ile bakıyordu. Bakışlarını mahcup yere indirdi. Bu kadar minnet ona ağır gelmişti. Namazın farzından sonra hemen kaçıp gitmek istedi. Aynı minnet dolu bakışları görmek istemediğini farketmişti. Minnet nimeti verene olmalıydı aracı olana değil. Ama kapıdaki kalabalık onu çıkma fikrinden vazgeçirdi.
Tesbihat bittikten sonra dışarı çıktı. Ayakkabılarını giyerken bir çocuğun “Hırsız!” diyen çığlığını duydu. Camiden çıkanlar da birden dikkatlerini o tarafa çevirmişlerdi. Aceleyle ayakkabılarını giyip insanların toplanmaya başladığı yere koştu. Komşusu Selim beyin 13 yaşındaki oğlunu havada yakaladığını gördü. Kolları arasına sıkıştırdığı Macit’i sakinleştirmeye çalışıyordu. “Hayrola komşu?” dedi. “Dün Macit’in yeni aldığımız ayakkabısı kayboldu. Bugün ayakkabısını bu Suriyeli çocukta görünce onun çaldığına hükmetti. Dün evde kaybolan ayakkabı nasıl bu çocuğun ayağında olabilir aklım almıyor.” dedi. Yerde dizlerini kıvırarak oturan Eymen’i gördü. Başı yerde mahcup halde oturuyor etrafından imdat dilenmeye çalışıyordu. Bir iki çırpınmadan sonra sakinleşmişti Macit. Babası yere bıraktı. Macitin kin dolu bakışları Eymen’in üzerindeydi. Zavallı Eymen başını yere eğmiş hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Başını kaldırınca ayakkabıyı kendisine vereni gördü. Gözleri birden umutla doldu. Ama baktığı kişi şaşkınlıkla etrafına bakıyor bakışları bir Macit’e bir Eymen’e bir ayakkabılara gidip geliyordu. Eymen ayağa kalktı. Ayakkabıları hızla ayağından çıkarıp yere attı. “Ben hırsız değilim amca!” deyip koşarak uzaklaştı. Herkes şaşırmış, bakışlarını ona yöneltmişlerdi. Ayakkabıları aldı. Şimdi aklı başına gelmişti. Komşusundan özür dileyerek dün başından geçenleri anlattı. O kadar utanmıştı ki gözlerini yerden kaldırmadan konuşuyordu. Macit birden sarsılarak ağlamaya başladı. “Ben şimdi suçsuz birine hırsız mı?” dedim diye söylenip duruyordu. Komşusu ayakkabıyı dün aldıklarını abilerinin Macit’e şaka olsun diye ayakkabıyı yangın merdivenine sakladıklarını söyledi. Olay aydınlanmıştı. Macit’e bir ayakkabı alacağını söyledi ama komşu kabul etmedi. “Bu ayakkabıyı o çocuğa hediye etmeni, Macit adına özür dilemeni istiyoruz” dediler. Ne yapacağını bilmez halde ayakkabıları yerden aldı ve arabanın bagajına koydu.
Fırsat bulduğunda Otogar Camii’ne geliyor ve Eymeni arıyordu. Konyadaki dostlarından rica etti ve Suriyeli göçmenlerin yaşadığı yerleri bularak ziyaret etti. Kimse Eymen’i tanımıyordu. Bir daha da izini bulamadı. Kırmızı meşhur bir markanın spor ayakkabısı bir utancı yüzüne haykırır gibi bagajında onunla beraber geziyor. Ayakkabıyı her gördüğünde bir gün Eymen’i bulup helallik dilemek için dua edip duruyor.
Mehmet Karadayı