-Şuna bir bakar mısın? Göçük altından elinde kuşu ile birlikte çıktılar. Tam bir mucize değil mi? Elli beş saat sonra nasıl çıkardı Allah?
-İnşallah ileride çıktığına pişman olmaz.
-Bu nasıl bir söz arkadaşım. Ne demek şimdi?
-Ben çıktım da ne oldu?
Sorular cevapsız kalmıştı. Arkadaşı meraklandı ama üzerine gitmedi. Derdi neydi bu güneyli delikanlının? Nasıl bir göçük altından çıkmıştı?
Güneyli, bir kaç ay önce sıcak, uzun ve parlak günleri arkada bırakıp gelmişti bu kuzey ülkesine. Soğuk, kısa ve siyah bir gün karşılamıştı onu burada. Ertesi sabah pencereden dışarıya baktığında kırağıların her yeri donuk bir ipek gibi kapladığını gördü. Güneşi göremiyordu geldi geleli. Odanın içi sürekli bir soğuk, sürekli bir hüzün doluydu. Sokaklara bakıyor, canlılık göremiyordu. Kimsenin bir acelesi yoktu. Sanki neşesiz, cansız, telaşesiz ve sessiz bir dünya vardı karşısında. Bu sessizliği yırtan sadece karga ve martı sesleriydi.
Arada bir pencerenin önüne geçer düşünceli seyre dalardı. Terk edip geldiği aydınlık memleketinin altın renkli sıcak kumsallarını, mavi patiska ile kaplı denizini, kıyılardaki yeşil koylara sokulmuş yelkenli beyaz yatları, sahilden hemen yükselen dağların yamaçlarındaki akçam ormanlarını, tepesinden kumsala süzülen paraşütçüleri düşünürdü.
İlk zamanlar bir kaç arkadaşı ile bir evde kaldı. O gençler biraz farklıydı. Şen şakrak bir halleri vardı. Hali vakti yerinde gençlerdi. Güneyli’nin öyle miydi? Ana babası sağdı ama ikisi de beş altı yıldır ondan ayrı yerlerdeydi. Arada bir onları görmeye giderdi. Zordu, her seferinde birinden para bulmak. Memur emeklisi dedesi ve baba annesi ile kalıyordu.
Diğer dedesi variyetliydi. Ama şefkatli kucaklarını, cömert ellerini esirgerdi hep. Öteden beri babalarını öyle candan sevmezler, tasvip etmezler, gönülden takdir göstermezlerdi. İçten içe kızarlardı. Bazen yüzüne söylemekten de çekinmezlerdi. Neymiş efendim gittiği yol, yol değilmiş. Safmış. Akılsızmış. Aklını başkalarına kiraya verirmiş. Kızları da nasıl kanmışmış bu adama? Ona da sinir olurlardı.
Güneyli o kaldığı evde tutunamamış ve bu yurda gönderilmişti. Tabi evde kalmak zahmetli, külfetli. Temizlik, yemek, tertip düzen. Hele o abi? Kendi yaşıtlarına abilik rolü kesiyordu. Güneyli onun hallerinde bir toyluk, bir acemilik görüyor, bir yapmacıklık seziyordu. Testinin suyu soğuk olur misali yani. Güneyli daha fazla dayanamadı. Ayrılacağını söyledi. Abi rolündeki arkadaşı ona yol gösterdi. “Bari şu yurtta kal.” diyerek onu buraya yerleştirdi. Burada da uzun süre kalacağa benzemiyordu. En başta yurt idarecisinin müsamaha etmediği bir alışkanlığı vardı. Sigara içiyordu.
Ne yapsın çocuk çok ağır bir travma yaşamıştı. Anadan ayrı babadan ayrı kalmak kolay mı?
Henüz on üç yaşındayken İstanbul’da temmuz sıcaklarının yaşandığı bir alacakaranlıkta evlerinin kapısı zorla açılmıştı. Sivil polisler patır kütür içeri dalmış ve gözleri önünde babasını yüz üstü yatırıp ellerini arkadan kelepçelemişlerdi. Evin altını üstüne getirmişlerdi. Aslında bunu yapamazlardı. Zira babası cumhuriyet savcısıydı. Kimin umurunda? Annesi de sıradan bir ev hanımı değildi; o da hakimlik yapıyordu. Dinleyen mi var? Onların bu kadar saygısızlığa maruz kaldığını, bu kadar aciz ve çaresiz olduğunu hiç görmemişti.
Babalarının arkasından günlerce annesiyle sarılıp ağlaştılar. Bir kaç gün sonra annesi de işsiz kalmıştı. Gün geçtikçe sıkıntıları büyüyordu. Günün birinde güneydeki sahil kasabasına, dedelerinin yanına dönme kararı aldılar. Hazırlıklarını yaptılar. Ev eşyalarını yükleyip gideceklerdi ki annesini de götürdüler. Küçük kardeşi ve mavi muhabbet kuşları ile ortada kalakaldılar. Dedeleri geldi onları götürdü. Okulunun geri kalanını dedesinin yanında bitirdi.
Üç yıl boyunca, sürekli bir ona laf göndermeler, yeri geldikçe gözünün içine baka baka teröristlerden, darbecilerden bahsetmeler onu yıpratmıştı. O ne ki, bunlar kitapların müfredatında işleniyordu. Artık iyice bezmişti. Böyle bir muamele eli kanlı bir teröristin çocuğuna bile yapılmazdı. Çok içerliyordu ama kime ne diyebilirdi ki? Samimi bir arkadaşı yoktu. Bir cüzzamlı gibi dışlanmıştı.
Artık canına tak etmişti, liseden sonra okumak istemiyordu. Hatta bu topraklarda da yaşamak istemiyordu.
Günün birinde aile dostları aralarında para toplayıp onu bu soğuk kuzey memleketine üniversite okuması için göndermeye karar verdiler.
Burada bir eve yerleşmişti. Bol muhabbetli, neşeli cana yakın arkadaşlar vardı. Kardeş gibiydiler. Sıcak bir ortam, doyumsuz sohbet muhabbet gırla gidiyordu. Yalnızlığını giderebilir, daha sosyal biri olabilir, eski acı günleri unutabilirdi. Evdekiler hep birlikte hareket etmeyi adet edinmişler. Çarşıya pazara birlikte gidilir, yemekler birlikte yenilir, çaylar birlikte içilirdi.
Ancak güneyli, yalnız kalmak ve bireysel yaşamak arzusunda idi. Hani yılkı atları vardır ya tıpkı onlar gibi özgür, sahipsiz yaşamaya alışmıştı bir kere. Bunları boş beleş işler gibi görüyor, onların kendi aralarındaki gülüşmelerini, esprilerini, takılmalarını manasız buluyordu. Bunlar yapmacık ve aşırılıktı.
O yaştaki gence hayat bu kadar mı boş, bu kadar mı manasız gelirdi?
Sönmüş bir volkan gibiydi.
Delikanlı günün birinde bir işe girmek, para kazanmak istemişti. Meğer bunun için izin alması gerekiyormuş. Öyle kafasına göre hareket edemezmiş? Ee ne yapsın gariban, parasız pulsuz nasıl dursun? Neymiş efendim, o çalışırsa diğer arkadaşları da isterlermiş. Disiplin ve kontrol sağlanamazmış. Dahası çabuk bozulurlarmış. Gençler onlara emanetmiş. Anlaması mümkün değildi bunları.
Arkadaşı ile o akşam deprem haberlerini izledi. İzledi ve daha fazla gözyaşlarına hakim olamadı. Daraldı, bunaldı. Dışarı attı kendini. Biraz hava almak, yürümek belki iyi gelecekti. Bir bu depremi düşünüyor bir de kendi depremini düşünüyordu.
Soğuk havada amaçsızca, hedefsizce dolandı. İçinden geçtiği parkın banklarında oturmuş evsizleri gördü. Onların yanından geçerken içlerinden biri yaklaştı. Hemen elindeki telefonu cebine koydu. Sokak insanları ondan bir şeyler istedi. İngilizce cevap verdi. Evsiz adam da İngilizce konuşmaya başladı. Para istiyordu. Sadece bir bira parası. Evsiz ısrar ediyor, önünden çekilmiyordu. Adamı iteledi. Adam yerde yuvarlandı. Güneyli koşmaya başladı. Arkasından diğer evsizler de. Soluk soluğa parkı bitirdi. Işıklı caddeye kendini attı. Kovalamaca devam ediyordu. Demir yolundan atlayıp tam karşıya geçecekti ki, sinek gibi tramvayın önüne yapışıverdi. Tramvay şoförü ne olduğunu anlayamamıştı. Birden bire önüne çıkan bu şey de neydi? On, on beş metre sonra durabildi. Makinist panik, korku içinde indi, baktı, ama kimse yoktu. Arkaya baktı. Yirmi metre gerideki raylara doğru koşuşmalar vardı. Tramvay boşaldı. Arkadan gelen diğer tramvay da durdu. İki tramvayın ortasındaki kalabalığın arasında rayların üzerinde bir genç yatıyordu. Sırt üstü, çakılların üzerinde boylu boyunca sessizce uzanmıştı. Sanki güneşli, mavi bir gökyüzünün altındaki kumsalda uzanmış gibi, gözleri açık olarak, o soğuk ve karanlık semayı seyrediyordu. Sapa sağlam görünüyordu ama hareketsizdi. Kimseyi duymuyordu bile. Ne üzerinde bir kan, ne de yüz hatlarında acıdan eser vardı. Sanki üzerinden büyük bir yük kalkmış gibiydi.